Tatar Milli Kimliğinin Oluşumu
Dr.Timour Kozyrev
Giriş
Bugün Rusya’daki Tatar meselesi, asılında üç meseleden ibarettir:
1) Tataristan Cumhuriyeti ile federal merkez arasındaki münasebetler. Bu
münasebetler, öncelikle Moskova’nın merkezleştirme siyaseti ile Tataristan’ın
kendi otonomisini korumaya yönelik faaliyetleri arasındaki çelişkiden ibarettir.
2) Tatarlar ile Rusların günlük hayattaki münasebetleri. Bu mesele, her iki
tarafın önyargıları, farklı kültürel standardlar ve tarihi hatıralarının
etkileşiminden ibarettir.
3) Tatar milliyetçi aydınları arasında yer alan ve millet kurmanın değişik
projeleriyle ilgili fikir mücadelesi.
Bu yazıda, yukarıdaki meselelerin üçüncüsü tartışılacak, modern Tatar
milliyetçiliği[1] içinde mevcut olan ve onu etkileyen temel ideolojiler ve
temayüller incelenecektir. Aynı zamanda, Tatar milliyetçiliğinin Rus
milliyetçiliğiyle münasebeti de dikkate alınacaktır. Yazının son kısmında ise,
durumun gelecekte hangi yönlerde gelişebileceği tartışılacaktır.
Söz konusu ideoloji ve temayüller, asılında şunlardır: Bir yandan, genel olarak
Rusya toplumunun ve onunla sıkı bir bağı bulunan Tatar toplumunun yaşamakta
oldukları dinsel rönesans, öbür yandan, 19. yüzyılın sonlarından 1930’lara
kadarki dönemin içinde kuvvetli olan ideolojilerin (Ceditçilik, Türkçülük ve
Avrasyacılık) yeniden canlanması. Adı geçen ideolojilerin, modern Tatar tarihi
üzerinde yapılan manipülasyonlarla etkileşimi ise ayrıca ilginçtir ve dikkate
alınmalıdır.
2. Dinsel rönesans: Milliliği pekiştirme aracı
Öncelikle, şunu kaydetmeliyiz ki, dinlerin yeniden canlanması, Sovyetler sonrası
oluşan tüm toplumların bugün yaşamakta oldukları bir süreçtir. Komünizmin
çürümesiyle ortaya çıkan hayal kırıklığının, sosyal ve ekonomik sorunlar
derinleştikçe artan sosyal memnuniyetsizliğin, Sovyetler sonrasında yaşayan
insanları ruhsal arayışlara itmesi, doğaldır. Bununla ilişkili doğal olan iki
şey daha var: Pek çok insanın, öncelikle atalarının geleneksel dinlerine
sığınması, böyle olduğu takdirde, dinle milliyetçiliğin kol kola yürümesi.
Tatar-Rus münasebetleri ise bahsedilen temayülün çok tipik bir örneğidir.
Önemli olan, İslamiyetin, sadece bir inanç değil, aynı zamanda hem
bireyin, hem de toplumun yaşamını düzenleyen kurallar sistemi olmasıdır. Bunun
sayesinde, Komünist Partisi dinsel inancı ortadan kaldırmayı genel olarak
başarmış olduğu halde, İslam’ın bir takım unsurları, bütün Sovyet dönemi boyunca
korunan bir gelenek halinde yaşayageldi ve Tatarlar gibi azınlıkların kimliğini
korumalarına yardımcı oldu. Tatarlar arasında şu ana dek en iyi korunan
gelenekler, erkek çocukların sünneti, hayır, nikah ve cenaze merasimleridir.
Bunun dışında, dini bayramları, öncelikle Kurban Bayramını kutlayanlar çoktur.
Bütün bunlar, sırf gelenek olarak korunsa bile, Tatarları Rus çoğunluktan ayıran
bir rol oynamaktadır. Dahası, milletin yarıdan fazlasının ana dilini
konuşamadığı durumda (Sibirya halkları ya da Kafkasyalı’ların aksine, Tatarların
tipleri bile Ruslarınkinden pek farklı olmadığı hatırda tutulursa) Müslümanlık,
ne kadar yüzeysel ve dışsal olsa da, pek çok insanın hala kendisini Tatar olarak
hissetmesini sağlayan bir öğedir[2]. Nihayet, Müslümanlıkla ilgili her şey,
Tatarları Rusya dışındaki İslam alemine bağlayarak, onları yine Ruslardan farklı
kılmaktadır. Sonuç olarak, milliyetçi düşünceli Tatarların algılayışına göre,
yüzeysel olsa da Müslüman olmak, gerçek bir Tatar olmanın kesin şartıdır.
Genellikle, modern Tatar milliyetçi hareketi “Müslümanlığı”, bağımsız bir değer
olarak değil de, sadece Tatarların milli kimliğini pekiştirmeye yardımcı olan
bir araç olarak algılamaktadır.
3. Yeniden canlanan ideolojiler: Ceditçilik, Türkçülük, Avrasyacılık
Sovyet döneminde yıllarca tabu olagelen tarihi isimler ve olayların yeniden
keşfedilmesi dışında, Tatar toplumunda 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başında etkili
olan Ceditçilik ve Türkçülük gibi ideolojilerin yeniden canlandığı
görülmektedir. Dikkatimizi çeken nokta, bu ideolojilerin ortaya çıktıkları
dönemin bütün sosyal ve siyasal koşullarının Tatar, Rus ve diğer Sovyet-sonrası
milletlerin şu an içinde bulundukları koşullardan tamamen farklı olmasına
karşın, Cedidçi ve Türkçü fikirlerin, Tatar milliyetçi düşüncesi içinde kendine
bir yer bulmayı becermiş olmasıdır. Böylelikle, bu ideolojiler kendilerinin
modern koşullara uyabildiklerini göstermektedirler.
3.1. Ceditçilik
Bu reformcu ideolojinin ortaya çıktığı 19. yüzyıl sonunda ve kuvvet kazandığı
20. yüzyıl başında Tatar toplumu çok dindar, son derece gelenekçi, muhafazakar
ve içe dönüktü. Şu anki durum, bunun tam tersidir. Birincisi, dindarlık seviyesi
çağdaş Tatar toplumunda çok düşüktür. İslam dinine bilinçli bir şekilde
inananların yüzdesi bile % 50’den daha düşüktür. Beş vakit namazını kılanların
da çoğu, köylerde yaşayan yaşlı kadınlardır[3]. Milli kültüre gelince,
Tatarların % 50’den fazlası kendi ana dillerini rahatça konuşamamakta ve ana dil
olarak Rusçayı kullanmaktadır. Orta yaşlı ve genç Tatarların çoğu, Batı ve Rus
kültürlerini kendi milletinin kültüründen çok daha iyi bilmektedirler. Bu
yüzden, ilk bakışta Ceditçilik, modern Tatar toplumuna asla uygulanamaz bir
ideolojiymiş gibi gözükmektedir.
Bütün bunlara rağmen, Ceditçilik modern Tatar milliyetçiliğinin iç
yapısında çok önemli bir yere sahiptir. Ceditçiliğin yeniden canlanması,
VTOTs’un programında ‘yüce vazife’ olarak geçmektedir[4]. Bir takım milliyetçi
Tatar aydınlarına göre Ceditçilik, öncelikle, Tatarlara ya da genel olarak bütün
Müslüman Türk milletlerine özgü olan ‘milli’ bir İslam varyantıdır ve diğer
müslüman milletlerin din anlayışlarıyla örtüşmez[5]. İdil Tatar aydınlarının,
zamanında Ceditçiliğin en aktif taraftarlarından olması ve zamanında bütün Rusya
İmparatorluğu’ndaki Müslüman Türkleri ve hatta Rusya dışındaki Müslümanları
etkilemiş olması, bugün de milliyetçi Tatar aydınları için bir nevi milli gurur
kaynağı olmaktadır.
Bununla birlikte, Tatar milliyetçilerinin, Ceditçiliği bir barınak
bilmelerinin sadece pragmatik olan bir boyutu da mevcuttur. Tatar milli
hareketinin mutedil kanadı, öncelikle VTOTs’un ideologları, Batı’ya
gösterdikleri ilgi ve büyük ölçüde olumlu bir münasebet açısından klasik
Cedidçileri takip etmektedirler. 1980’lerin ortasından başlayarak, Tatar milli
hareketinin esas amacı, Tataristan Cumhuriyetinin önce bir Birlik cumhuriyeti
(Union-republic) seviyesine, sonra bağımsız bir devlet haline getirilmesiydi.
Tatar milletinin uluslararası seviyede tanınmamış olması, uluslararası süreçlere
doğrudan katılamaması, Tatar milliyetçileri ve genellikle Tatarların büyük bir
kısmı tarafından, milletlerinin karşılaştığı en büyük ve ciddi sorunlardan biri
sayılmaktadır. Bu bakış açısından, Batı ile Tataristan arasındaki her türlü bağ
ve ilişkinin, bu tecridin kırılmasında esas araç olarak algılanması doğaldır.
Rusya dışındaki Müslüman ülkelerle yeniden canlanan ilişkiler ise, aynı rolü
oynayamamaktadır. Çünkü Müslüman ülkeleri Batı ülkeleri kadar dünya siyasetinde
etkili değildir ve Rusya’nın iç siyasetini de etkileyememektedirler. Öbür
yandan, eski SSCB dışındaki Müslüman ülkelerden dil ve kültür açısından
Tataristan’a en yakın olan Türkiye, hem NATO üyesi, hem de AB adayıdır. Sonuç
olarak, ister mutedil ister radikal olsun, çoğu Tatar milliyetçisi açıkça Batı
taraftarıdır[6]. Örneğin, en etkili Tatar ideologlardan, cumhurbaşkan Mintimer
Şaymiev’in devlet danışmanı Rafael Hakimov, Avrupa kültürüne doğrudan erişimin,
Rus kültürü aracılığıyla değil, doğrudan ilişkiyle olması gereğini ve, bununla
ilgili olarak, Rusya’da ortaya çıkan Batı aleyhtarı akımların Tatarlar için asla
kabul edilemez olduğunu vurgulamaktadır[7]. Ayrıca, VTOTs’un ortak
başkanlarından biri olan R.Safin, Batı’ya doğrudan yönelimin, Tatar milli
devletçiliğini restore etmenin tek yolu olduğunu savunmaktadır[8].
Yukarıdaki duruma uygun bir şekilde, Tatar ideologlarınca ‘Euro-İslam’
adında yeni bir kavram, son yıllarda ileri sürülmektedir. İçeriği pek belirgin
olmayan bu yeni yaklaşım, esas olarak İslam’ın ve genellikle Şark kültürünün,
Batı yaşam tarzı ve sosyal değerleriyle bağdaşabilmesini savunan bir
yaklaşımdır. Böyle görüşler, Tatar aydınları arasında pek yaygındır; Tatarların
bütün tarihi boyunca Doğu ile Batıyı birbiriyle bağdaştıran “köprü” rolünü
oynadığı ve gelecekte de aynı rolü oynayacağı iddiasıyla pek uyumlu bir şekilde
birleşmektedir[9]. Söz konusu Müslüman-Batı sentezinin, uygulamada ne kadar
mümkün olduğu meselesi, ayrı bir inceleme gerektiren çok ciddi bir konudur.
Oysa, ‘Euro-İslam’ kavramının Tatar milliyetçiliği içindeki rolüne gelince, şu
gerçekler kesinlikle unutulmamalıdır: Birincisi, yukarıda söylendiği gibi, çoğu
Tatar milliyetçisinin İslam’ı öncelikle bir araç olarak görmesi, ikincisi, İslam
ile Batılı demokrasiyi birleştirmeye çalışan Türkiye’nin, Tatar
milliyetçilerinin önünde bir örnek olarak durması. Tatar milliyetçi önderlerinin
amacı eğer Tataristan’ın öncelikle bölgesel siyaset seviyesinde[10] Avrupa’ya
katılması ise, Euro-İslam’ın buna ideolojik desteği sağlayacağı öngörülmektedir.
Nihayet, Ceditçilik ideolojisinin, ‘Euro-İslam’ın ‘tarihi kökleri’ni arayıp
bulmak vazifesine en uygun ideoloji olduğu açıktır.
3.2. Türkçülük
Türkçülüğün modern Tatar toplumundaki durumu (yani, konumu ve uygulanabildiği
yönler), genellikle, Ceditçiliğin durumuna benzemektedir. Türki dilleri konuşan
bütün toplulukları, İstanbul Türkçesine dayalı ortak bir edebi dili olan ‘Büyük
Turan’ devletine dönüştürme ülküsünü, modern koşullara uygun bulmak, tabii ki
çok güçtür. Bir yandan, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında bütün Müslüman
Türk toplumlarının üst tabakalarının paylaştıkları ortak bir kültür birliği, bir
realiteydi. Ancak bu kültür birliği, pek iyi bilinen Sovyet politikası sonucu
ortadan kaldırılmıştır ve şu an fiilen yoktur. Bu durum ne kadar üzücü olursa
olsun, acı bir gerçektir. Öbür yandan, 1917 devrimi arifesinde Müslüman Türk
kitlelerin toplumsal bilinçleri ya sadece dinsel (İslami) bir bilinç ya da
kabile bilinci şeklindeydi. Yani, modern anlamdaki milli bilinçleri aslında
yoktu. Bu yüzden, o kitlelerin bilincini, aydınların istediği yönde
şekillendirmek (mesela, ‘Büyük Turan’ milleti bilincine dönüştürmek) aslında
mümkün ve kolaydı. Bugün ise, aynı kitlelerin büyük ölçüde gelişmiş milli
(Tatar, Başkurt, Kazak, Özbek, vs.) bilinçleri vardır. Bu durum büyük ölçüde
Bolşeviklerin parçalama siyasetinin bir sonucu olsa da, bugünün nesnel realitesi
budur ve klasik Türkçülük idealinin gerçekleşme fırsatı, artık kaçırılmışa
benzemektedir[11].
Durumun kökten değişmesine rağmen Türkçülük, modern siyasette ortadan
kalkmamıştır. Gerçi SSCB sonrası ülkeler ve cumhuriyetlerdeki gelişmelerden
bahsederken, bütünleşmiş ve organize bir ‘Türkçülük’ten ziyade, Türkçü eğilimli
akımlardan bahsetmek daha doğru olur. Uluslararası seviyede Türkçü eğilim, yeni
bağımsız Türk devletleri ve Rusya Federasyonu’na bağlı Türk cumhuriyetlerinin
(öncelikle Tataristan ve Başkurdistan’ın) Türkiye ile ekonomi ve eğitim alanında
işbirliği kurmasında belirginleşmiştir[12]. Türk devletleri arasında güçlü ve
etkin olan Türkiye, bu sürecin sürekli bir lideri konumunda kalıyor. Tatar
milliyetçi önderleri ise ister radikal ister mutedil olsun, hepsi Türk birliği
sloganına oldukça ilgi göstermektedirler.
Görünen Türkçü eğilimli etkinliklerin dışında Türkçülük, Tatar milliyetçi
ideolojisinin bir unsuru olarak çok etkilidir. Asılında, Tatar milliyetçiliği,
Rusya’dan siyasi bağımsızlığı kazanmayı hedef alsın veya almasın, temelde, Tatar
milletinin, Rusya’nın bir parçası olmasını değil, insanlık aleminin bir parçası
olmasını talep etmektedir. Bu nedenle, Tatar tarihini Rusya tarihinin bir
parçası olarak algılamaktan kurtulmak arzusundadır. Bu arzu bugün yeniden
kurulmakta olan Tatar milli bilincinin ağırlık noktalarından biridir. Bu arzunun
gerçekleşmesi için öncelikle gereken de, Tatar milletini Rusya dışında bulunan
ve büyüklük açısından en azından Rusya ile eşit olan bir şeyle
özdeşleştirmektir.
Tatar milli tarihinin bu amaca uygun olarak yazılmasında, Tatar milletinin diğer
Türk kökenli halklarla, ya da genel olarak İslam alemiyle olan bağlarını
vurgulayan bir tarih versiyonu tercih edilecektir. Tersine, Tatar tarihini
sadece Volga bölgesinin sınırlarına sokan, böylelikle onu Rusya tarihine
“sığdırmaya” yol açacak bir tarih versiyonu, büyük ihtimalle reddedilecektir.
Tatarların Türk dünyasıyla ve hatta ‘Türk uygarlığıyla’ olan bağları, mesela
VTOTs’un programında ayrıca vurgulanmıştır[13]. Adı geçen belgenin 10. kısmı
tamamıyla bu konuya ayrılmış ve ‘Türki halkların birleşmesi’ şeklinde
adlandırılmıştır. Tatar tarihinin ortak Türk tarihinin bir parçası olarak
yazılması gerektiğini, yukarıda adı geçen Damir İshakov açıkça belirtmektedir.
Ona göre, bu yaklaşım, gelecekteki Tatar tarih biliminin esas ilkelerinden biri
olacak ve ‘Tatar tarihini koruyucu bir mekanizma’ işlevi görecektir[14]. Nasıl
olursa olsun, şurası bir gerçektir ki Rusya Federasyonu içindeki Türk kökenli
halkların milliyetçilikleri arasında Tatar milliyetçiliği, en Türkçü eğilime
sahip olanıdır.
3.3. Avrasyacılık ve modern Tatar milliyetçiliği
Bugün Rusya’da yeniden canlanan bir başka ideoloji de Avrasyacılıktır.
1920’lerde Avrupa’da yaşayan P.Savitskiy (1895-1968), N.Trubetskoy (1890-1938),
P.Suvçinskiy (1892-1985), G.Florovskiy (1893-1979), G.Vernadskiy (1887-1997),
L.Karsavin (1882-1952) gibi göçmen Rus aydınlarınca tartışılan klasik
Avrasyacılık, ayrıntılı şekilde bu kısımda tekrar tanımlanmayacaktır. Bunun esas
nedeni şudur: Bugün Rusya’da Avrasyacılık diye adlandırılan ideoloji/ler,
klasiklerin kurduğu sistemden oldukça uzaklaşmış durumdadır. Rusya’nın
gelecekteki gelişme biçimlerini tartışırken, birbirlerinin karşıtı denilebilen
siyasi liderler (A.Saharov ve G.Zyuganov gibi), Avrasyacılığa gönderme
yapmışlardır[15].
Yine de, klasik Avrasyacılığın bugüne kadar gelen temel tezlerine burada
değinmek gerekiyor. Avrasyacılığın önde gelen ilkesine göre, geçmişteki Rusya
İmparatorluğu ve SSCB arazisiyle yaklaşık olarak aynı büyüklükteki bir bölgenin,
tarihen bir bütünü oluşturduğu iddia edilmektedir. Bu bütünlüğü, öncelikle iklim
özellikleri, coğrafya ve doğal etkenler oluşturmaktadır. Avrasya’nın iki esas
kısmı Orman ve Bozkır olup, birincisi İslavlarca, ikincisi de ‘Turanlı’ (Türk,
Moğol ve Fin-Ugor kökenli) halklarca temsil edilmiştir. Ayrıca, Avrasyacıların
bakış açısına göre, adı geçen bölgede yaşayan halklar ve topluluklar,
birbirlerine tarihsel ve etnojenetik bağlarla bağlıdırlar. Bu bağlar, Büyük Türk
Kağanlıkları, Altın Ordu ve nihayet bunların tarihi varisi olan Rusya
İmparatorluğu gibi kıtasal imparatorlukların tesirleri sonucunda oluşmuştur. Bu
imparatorluklar içinde yaşayan topluluklar asırlarca birbirleriyle kaynaşarak,
bir takım kültürel ve ırksal ortak özellikler kazanmışlardır. Adı geçen kıtasal
imparatorlukların ortaya çıkması ise, Avrasya altkıtasının ‘coğrafi birliği’ ile
ilgilidir. Bütün bunların sonucunda Avrasyacılık kuramı, bütün ‘Avrasyalı’
halkları, altkıtanın en büyük ve etkili milleti olan Rusların liderliğinde
birleştirmekte, böylece büyük bir kıtasal imparatorluğun korunmasını (SSCB
varken) ya da restore edilmesini istemektedir. Rusların kendilerine gelince: Rus
milleti, Slavlar ve ‘Turanlı’ların asırlar boyunca kaynaşması sonucu oluşmuştur
ve ‘Avrasyalılar’ terimi, Rusları doğru tanımlayan tek terimdir.
Ayrıca zikre değer bir şey, ister klasikleri, ister modern takipçileri olsun
Avrasyacıların insanlığın, Batı (veya Romen-Cermen), Müslüman, Çin, Hint gibi
birkaç büyük medeniyete bölünmüş olduğunu kabul etmeleridir. Onlara göre,
‘Avrasya’ bu büyük medeniyetlerdendir. Avrasya, ne Batı, ne Doğudur, ne de bu
ikisinin karışımıdır. O, bağımsız ve kendine yeterli bir medeniyettir.
Avrasyacıları S.Huntington’a açıkça yaklaştıran bir başka husus da, büyük
medeniyetlerin birbirleriyle çelişkiye girebildiğini düşünmeleridir. Modern
dünyada gördüğümüz esas temayül ise, Romen-Cermen medeniyetinin dünya ölçeğinde
yayılmasıdır. Romen-Cermen medeniyeti, kendi değerlerini (aldatıcı bir biçimde)
evrensel olarak göstermekte ve, bütün başka medeniyetleri kendisine katmayı
hedeflemektedir. Bundan dolayı, Avrasyacılığın hem klasik, hem de modern
takipçilerine göre, Batı, Avrasya’nın esas rakibi ve düşmanıdır. Dolayısıyla,
Batı medeniyetinin yayılmasına direnmek, çoğu kez Avrasya medeniyetinin bir
‘misyonu’ olarak görülmektedir. Önemli olan şu ki, bu görüş, Rus tarihinin daha
önce ortaya çıkmış bütün ‘misyoncu’ algılanışlarına (ister ‘Üçüncü Roma’ miti,
ister komünizm ideolojisi olsun) mükemmelen uymaktadır.
Modern Rus neo-Avrasyacılığının kurucusu diyebileceğimiz önemli bir ismin
zikredilmesi gerekiyor. Bu kişi, 20. yüzyılın ünlü Rus şairleri Nikolay Gumilev
ile Anna Ahmatova’nın oğlu ve klasik Avrasyacıların önderi Petr Savitskiy’in
öğrencisi[16], meşhur tarihçi Lev Gumilev’dir (1912-1992). Yazdığı birçok
kitapta[17], L.Gumilev, oldukça özgün bir etnojenetik kuramı ileri sürüyor.
Gumilev kuramının klasik Avrasyacılıkla paylaştığı üç temel tez şunlardır:
Birincisi, iklimsel ve coğrafi etkenlerin, etnojenetik özelliklerin ve
medeniyetlerin oluşmasında büyük tesiri olduğu; ikincisi, ‘Avrasya’ ile, aslında
eş anlamlı olan bir ‘Rusyalı’ (rossiyskaya) medeniyetin mevcut olduğu; üçüncüsü,
Altın Ordu’nun, bütün önyargılara rağmen, Rus tarihinde genellikle olumlu bir
rol oynadığı iddiası[18]. Bu son iddiasının sayesinde, 1980’lerin sonu ve
1990’ların başında, Tatar aydınları arasında Gumilev’in bir nevi kültü oluşmuş
ve bu düşünce bugüne kadar gelmiştir[19].
Rus toplumunun Avrasyacılığı benimsemesinin Tatarlar üzerindeki etkisi iki türlü
gözlemlenmektedir. Bunlardan biri, bu ideolojinin, Rus kitle bilincindeki Tatar
karşıtı klişelerin ortadan kalkmasını sağlamasıdır. Şüphesiz bu ideoloji
Tatarlar için olumlu bir rol oynamış ve oynamaya da devam etmektedir.
Dolayısıyla, Avrasyacı görüş, Tatarların, Altın Ordu’nun Rus tarihindeki olumlu
rolünü vurgulayarak[20], kendilerini Rus devletinin ortak kurucularından
sayabilmelerini sağlamaktadır. Bu durum, kendilerine sembolik de olsa Ruslarla
eşitlik duygusu verebilmektedir. Aynı zamanda, Rus devletinden ayrı milli
devletlerinin olmamasına karşı duydukları tepkiyi hafifleterek bir ‘avutmaca’
olabilmektedir. Oldukça Ruslaşmış, kendisini bir mücadele içinde devamlı
yaşamaya hazır hissetmeyen sıradan bir Tatar için bu durum, psikolojik açıdan
çok çekicidir.
Aynı zamanda Avrasyacılığın, hem Tatarlar hem de Rusya içindeki diğer ulusal
azınlıklar için tehlikeli olan bir başka boyutu da vardır. Rusya’yı, kendi
gelişme programı olan ve Batının yayılmasına direnme misyonunu taşıyan bağımsız
bir medeniyet olarak gösteren bu ideoloji, radikal Rus milliyetçileri için de
oldukça çekicidir. Avrasyacılığın radikal Rus milliyetçiliği ile yakınlaşma
temayülü gerçekten açıktır. Rus milliyetçilerinin sıkça yaptıkları, ‘Avrasya’yı
Rusya ile, ‘Avrasya’lıları da etnik Ruslar ile özdeşleştirmektir. Mesela, modern
Rus milliyetçiliğinin ideologlarından biri olan ve kendini Avrasyacı sayan Vadim
Kojinov’a göre, Ruslar (ya da Slavlar), artık Avrasyalıdırlar. Yani Rusya’nın
Avrasya olması için, Türk, Moğol ve Fin-Ugor kökenli halkların katılımına
ihtiyaç yoktur[21]. Böyle bir görüş, 1920’lerde yaşayan klasik Avrasyacılık
anlayışına zaten aykırı gelmemektedir. Adı geçen klasikler, bütün Rus devletinin
değil, tek başına Rus halkının da ‘iki-taraflı’ olduğunu, ‘Slav-Turanlı’
tabiatını sıkça vurgulamışlardı. Bu da, Kojinov’unkine benzeyen yorumların
kolaylıkla yapılabilmesine imkan veriyor[22]. Bu, durumun ikinci tarafıdır.
Avrasyacılığı potansiyel olarak tehlikeli kılan bir başka etken de vardır.
Avrasyacıların Rusya’nın Batı karşısında ayrı bir medeniyet olması ve Batı
medeniyetinin değerlerinin evrensel olmadığı iddiası, akademik tartışma
çerçevesinde haklı olabilir. Fakat Avrasyacı bir partinin iktidar olması
düşünülürse, o parti ya da grup, sözkonusu ilkelere dayanarak, ‘yabancı’ ve
‘düşman’ diye ilan ettikleri Batı medeniyetinin, insan hakları gibi
‘uydurmalarını’ kolaylıkla reddedebilir[23]. Bunun da, değil milli azınlıklar,
çoğunluğu teşkil eden Ruslar için bile hangi sonuçlara yol açabileceği açıktır.
Bu kadar aşırı uçlara gitmeden dahi, şunu fark etmek kolaydır: Avrasyacıların
Batı aleyhtarı sloganları iktidar tarafından uygulandığı takdirde, Rusya’nın
içine kapanmasına yol açabilir. Bu ise, dış dünya ile teması önde gelen ihtiyaç
ve vazifelerinden biri bilen Tatar milliyetçileri açısından milletlerinin
geleceğine son derece zarar verecek bir durumdur.
Durumu iyi betimleyebilmek amacıyla, Avrasyacılığın bir başka – İslami –
versiyonu tekrar zikredilmelidir. Mesela, yukarıda adı geçen İslami Yeniden
Doğuş Partisi’nin önderlerinden ve “Tevhid” merkezinin başkanı olan Haydar Cemal
(kendisi Azeri, Şii olup Moskova’da oturuyor), Rusya’nın misyonunu, yakın
gelecekte Müslüman bir ülke olmak, bütün Avrasya ve İslam alemine rehberlik
ederek ‘Atlantizm’e karşı mücadele etmek şeklinde vaaz etmektedir. Bunun, pek
çok Rus tarafından olumlu karşılanacağı şüpheli olduğu halde, Rusya’daki bazı
Müslüman dini liderler ile Rus milliyetçileri arasında bir nevi yaklaşma
temayülü de gerçekten ortadadır. Hem adı geçen Haydar Cemal, hem de bazı başka
radikal İslamcılar, 1991-1993 yıllarında etkili bir Rus milliyetçi gazetesi
‘Den’ (‘Gün’)’in sayfalarında sıkça görünüyordu; dahası, bu dönem içinde ‘Den’
gazetesinin ‘Slav-İslami Akademi’ adı altında süreli bir bölümü bile vardı[24].
Benzer fikirler, zaman zaman radikal dincilikten uzakta duran bazı Tatar
milliyetçileri tarafından da ifade edilmektedir. Mesela, VTOTs’un ortak
başkanlarından olan Farit Urazaev, ‘Avrasyalı’ halkların arasında, bir nevi
birliğin mevcut olduğunu itiraf ederek, Müslüman-Türk halkların, Avrasyacılık
projesinin gerçekleştirilmesine önderlik etmeleri gerektiğini söylemektedir
(Ruslar şu an bu rolü oynama kabiliyetinden yoksundurlar)[25].
Gördüğümüz gibi, Avrasyacı sloganlar, ister Komünizm, ister Rus milliyetçiliği,
ister radikal İslamcılık olsun, herhangi bir ideolojiye kolaylıkla
eklemlenebiliyor. Avrasyacılığı potansiyel olarak tehlikeli hale getiren de bu
ideolojinin şekilsiz yapısıdır. Rusya’da milliyetçi eğilimli otoriter ya da
totaliter bir rejimi tesis etmeyi hedefleyen herhangi bir diktatörlük,
faaliyetlerini haklı göstermek için Avrasyacılığa kolaylıkla eklemlenebiliyor.
Bir anlamda, Avrasyacılığa “kökü olmayan köktencilik” denilebilir. Örnek olarak,
İslami köktendincilik, Batı’nın değerleri ile sosyal standardlarını reddederken,
onların yerine kendi değerleri ve kurallarını (kendi yasal sistemi dahil) ileri
sürmektedir. Oysa Avrasyacılık, Batı’nın Ruslara ‘yabancı’ olan değerlerini
reddettikten sonra, onların yerine, herhangi bir liderin hayal edebildiği
şeylerin icad edilmesine ve uygulanmasına imkan vermiş oluyor. Bunun da bütün
sırrı, ‘Avrasyalı’ halkların ortak gelenek ve değerlerinin, adeta
bulunmamasından kaynaklanmaktadır. Bütün bunlardan dolayı, ister mutedil ister
radikal olsun çoğu Tatar milliyetçi ideoloğu, Avrasyacılığı sert bir biçimde
tenkit etmektedir.
2. ‘Altın Orduculuk’ ve ‘Bulgarcılık’:
Tatar tarihine iki bakış, millet kurmanın iki projesi
Modern Tatarların Kazan Hanlığı’ndaki Müslümanların doğrudan varisi olduğunu,
bugün hem Tatar tarihçileri hem de sıradan insanlar kabul etmektedirler.
Etnografik açıdan bu, az çok doğrudur. Gerçi Tatar halkının oluşumu, yani bazı
Fin ve Çuvaş kökenli toplulukların Müslümanlaşma ve Tatarlaşma süreci, Kazan
Hanlığı’nın yıkılmasından sonraki yüzyıllarda da devam etmişti. Kazan
Hanlığı’nın Müslüman kısmının, Kazan Hanlığı bağımsızken etnik açıdan bir bütün
olmadığı varsayımı dahi ileri sürülebilir. Bu halkın bir bütüne dönüşerek Tatar
kültürü ile milli şuurunun oluşmasının, yüzyıllarca dinleri farklı Ruslarla yan
yana yaşamanın, Rus devleti ile kilisesinin Ruslaştırma ve Hiristiyanlaştırma
siyasetine beraberce direnmenin sonucunda gerçekleşmiş olabilir.
Şurası da bir gerçektir ki, kesinlikle Bulgar kökenli olmayan birkaç topluluk
(Astrahan Türkleri, Mişerler, bir de Batı Sibirya’da yaşayan ve sıkça ‘Sibirya
Tatarları’ adıyla geçen üç Müslüman Türk topluluğu), Kazan Tatarları ile ancak
19. yüzyılda bir bütün millet olarak birleşmişlerdi. Bu olgu Tataristan’da çok
iyi bilinmektedir. Bütün bunlardan çıkan sonuç şudur: Modern Tatar milletini
Kazan Hanlığı’nın halkıyla yüzde yüz özdeşleştirmek yanlış bir yaklaşımdır.
Fakat yine de, Kazan Hanlığı halkının modern Tatar milletinin temeli olduğu bir
gerçektir. Kazan Hanlığı tarihinin, kesinlikle ‘kendilerinin’ olduğunu bütün
Tatarlar hiç şüphesiz kabul etmektedirler.
Buna karşılık, Kazan Hanlığı öncesi dönemin başka iki safhası
konusunda aynı şekilde fikir birliği yoktur. Söz konusu tarih safhalarının,
Tatar halkının oluşumunda etkin rol oynadıkları sıkça ileri sürülür. Bu dönemler
Bulgar Devleti ile Altın Ordu dönemleridir. Tatar aydınları bakımından bu
konudaki ciddi bir fikir ayrılığı, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl sınırında
ortaya çıkarak 20. yüzyıl boyunca Sovyet Tatar tarihçileri arasında devam
etmişti[26] ve şu ana dek devam etmektedir[27]. Önemli olan şu ki, Tatar
tarihine ‘Bulgarcı’ ve ‘Altın Orducu’ yaklaşımların arasındaki farkın bilimsel
boyutuyla beraber, iki farklı millet kurma projesi ile bağlantılı olduğu ve her
ikisinin de çok ciddi siyasi sonuçlara yol açabileceği de bir gerçektir.
Meselenin hem bilimsel hem de siyasal boyutu aşağıda tartışılacaktır.
Modern Tatarlar ile eski Bulgarlar arasında tarihsel bir bağ, varislik
münasebeti mevcuttur. Öncelikle, bugün ‘Tatar’ diye adlandırılan halkın çoğunun
20. yüzyılın başlarına kadar kendilerine ‘Bulgar’ dedikleri biliniyor[28].
İkincisi Tatar folklörünün bir kısmının Bulgar döneminden geldiği de bir
gerçektir[29]. Üçüncüsü Bulgar Devleti, Orta İdil bölgesindeki tek Müslüman
devletti. Modern Tatarlar da söz konusu bölgede yaşayan tek Müslüman
millettirler[30]. Altın Ordu’nun dağılmasından sonra ortaya çıkan Kazan
Hanlığı’nın, eski Bulgar Devleti’nin sınırında kurulması da, Kazan Tatarlarının
öncelikle Bulgar soyundan geldiğini ispatlamışa benziyor. Dolayısıyla, modern
tarihçilerden bazıları, modern Tatarların eski Bulgarların doğrudan varisleri
olduğu, Kazan Hanlığı, Altın Ordu ve Rus/Sovyet idaresi dönemleri içinde çok az
değişime uğradığı iddiasında bulunmaktadırlar[31].
Aynı zamanda, 13. yüzyıldaki Moğol istilasından sonra, Orta İdil
bölgesinin etnik yapısında oldukça ciddi değişimlerin yer aldığı, öncelikle
bölgeye güney bozkırlardan Kıpçak göçebelerinin geldiği unutulmamalıdır. Göze
çarpan en önemli olgu ise modern Tatarca’nın, Türkçenin Bulgar dalına değil
de[32] Kıpçak dalına mensup olmasıdır. Aynı zamanda, antropolojik açıdan
Tatarların çoğu, Kıpçakça konuşan diğer Türklerden (Kazaklar, Nogaylar,
Başkurtlar gibi) çok farklıdırlar. Dahası Tatar destanları içinde, Altın Ordu
ile ilişkili olanları da vardır[33]. Bütün bunlar, günümüz Kazan Tatarlarının
etnik bir topluluk olarak Altın Ordu döneminde[34] oluştuğu hipotezini
desteklemektedir.
Önemli olan şu ki, Tatar tarihine ‘Bulgarcı’ ve ‘Orducu’ yaklaşım, Tatar
halkının kökleri konusundaki bilimsel bir tartışma olmaktan ziyade, öncelikle
‘altın çağ’ ve ‘ideal anayurt’ konusundaki arayışlarla ilgili ve birbiriyle
rekabette bulunan iki mittir. Bu iki mitin her birinin de, baskın çıktığı
takdirde, gelecekte çok ciddi siyasi sonuçlar doğurabileceği de çok önemli bir
gerçektir. İki mitin her biri de Tatarların milli onur açısından kendilerini
ifade biçimlerini, Ruslar ve Rus devletiyle münasebette kendilerini nasıl
gördüklerini yansıtmaktadır. Her iki mitin, hem psikolojik açıdan çekici
tarafları hem de potansiyel sonuçları aşağıda tartışılacaktır.
‘Bulgarcı’ yaklaşım, Tatarların kendilerini 8. yüzyıldan gelen eski devletçilik
geleneğine sahip, eski ve yüksek kültürlü bir millet hissetmeleri imkanını
sağlamaktadır. Dahası Tatarlar, ‘Bulgar’ ismini takınarak, Rus halkının eski
istilacıları ve ezicileri lakabından kurtuluyorlar. Ortaçağdan beri Ruslar İdil
Tatarlarıyla, 13. yüzyılda Rus beyliklerini istila eden Moğolları birbiriyle
karıştırıyordu, yani her ikisini Tatar olarak mütalaa ediyordu. Ortaçağda
hanedan bağlarının, halkın etnik yapısından daha önemli olduğu düşünüldüğünden,
Altın Ordu’dan, yani Cengiz Han’dan gelen iktidardaki Kazan Hanlığı’nın, Ruslar
tarafından Altın Ordu’nun ve Moğolların doğrudan varisi olarak algılanmasına
sebep olması şaşırtıcı değildir. Bugün de bazı Tatar milliyetçilerinin iddiasına
göre Tatar adı, yıkılan Kazan Hanlığı’nın halkı için Rus çarlarınca yapay bir
şekilde empoze edilen bir addır[35]. Bunun sebebi de, Kazan istilasını ‘haklı’
bir intikam olarak göstermek istemeleridir. ‘Bulgar’ teriminin, halk tarafından
kullanıldığı halde, resmi Rus belgelerinde hiçbir zaman geçmemesi, böyle
varsayımlara zemin hazırlamış gözüküyor. Gerçi bu durum ispatlanmış değildir.
Bugün de Rus toplumu içinde yaşayan Tatarlar için milletlerinin adıyla ilgili
esas sorun şudur: Sovyet historiyografisi genellikle Rus-merkezli olduğundan,
modern Rusya’daki halkın büyük çoğunluğu, önceki SSCB ve modern Rusya
Federasyonu’ndaki Rus olmayan azınlık halkların tarihlerinden tamamen
habersizdir. Dahası, Rus ve Sovyet historiyografisi tarafından kurulan Altın
Ordu imajı, son derece olumsuzdur. Sonuç olarak, Rus halkının kitle bilincinde
‘Tatar’ kelimesi, üç yüz yıllık ‘Moğol-Tatar boyunduruğu’nu çağrıştırmış oluyor.
Genellikle ‘Tatar’, kötülüğün simgesi olarak algılanmaktadır[36]. Bütün
bunlardan dolayı, Ruslar arasında yaşamak ve Rus okullarında okumak zorunda
kalan pek çok Tatar, çocukluğundan başlayarak Rus toplumunun empoze ettiği
‘tarihsel suç’ baskısı altında yaşamakta ve bazen oldukça ciddi psikolojik
sorunlar yaşamaktadırlar. Tatarlar, ‘Bulgarcı’ yaklaşıma göre ‘Tatar’ adı yerine
‘Bulgar’ adını kabullenerek, hem mezkur problemden kurtulmuş hem de kendilerini
eski, yüksek bir medeniyeti olan bir millet olarak görme imkanına kavuşmuş
olacaklardı[37].
Buna alternatif olan ‘Orducu’ yaklaşıma göre, Tatar tarihindeki hakiki
‘altın çağ’, Altın Ordu dönemiydi. Bulgar dönemi ise, Tatar milletinin
‘çocukluk’ dönemiydi. Altın Ordu imparatorluğunu kuran, asılında İdil Bulgarları
değil, onların topraklarını 1234’te zapteden Moğollardı. Ancak, fatihlerinden
kültürce daha yüksek olan Bulgarlar, bir süre sonra Altın Ordu devleti içinde
önemli roller oynamaya başlamışlardı. Dahası, Bulgarların modern Tatarların tek
ataları olmadığı ve Tatar halkının oluşumunun ancak Altın Ordu döneminde
tamamlandığı (yukarı bkz.) versiyonu kabul edildiği takdirde, Tatarların Altın
Ordu’yu ‘kendilerinin’ devleti olarak algılaması için bütün engeller ortadan
kalkmış olacaktır.
Bir yandan bu, Tatarları Rusların ilkokuldan itibaren nefret ettikleri
‘Moğol-Tatar’ bağını inkar etme imkanından mahrum etmektedir. Fakat şu da bir
gerçektir ki, modern Rus toplumunda – en azından tarihle ilgilenen Rus aydınları
arasında - yaygınlaşmakta olan Avrasyacı görüşler (öncelikle yukarıda adı geçen
Lev Gumilev’in sayesinde), Altın Ordu aleyhtarı klişelerin giderek zayıflamasına
neden olmaktadır. Bundan dolayı, Rus halkının Altın Ordu sayesinde korunmuş
olduğu hipotezi kabul (yukarı bkz.), Tatarlara kendilerini Ruslarla beraber
Rusya’nın kurucularından sayma imkanını bile sağlamaktadır. Bütün bunların
dışında, Tatar tarihinin ‘Orducu’ versiyonu, modern Tatar milletini teşkil eden
bütün toplulukların bir nevi ‘ortak geçmişe’ sahip olmasını da sağlamış
oluyor[38].
Yukarıda kısaca tanımlanan iki yaklaşımın yol açacağı siyasi sonuçları
tartışmaya geçmeden önce, şu iki noktanın tam ve doğru anlaşılması lazım:
Öncelikle, son dört yüzyıl içinde Rus idaresinde ve Ruslarla yan yana
yaşamalarından dolayı, Tatarların milliyetçiliği muayyen anlamda
Rus-merkezlidir. Zamanında Rusların milli bilincinin bugünkü biçimini alması
için Batı’ya karşı ressentiment ve genellikle, Rusya’nın Avrupa ile münasebeti
meselesi ne kadar halledici bir rol oynadıysa[39], aynı şekilde Tatar
milliyetçiliği için anahtar olan nokta da Tatarların Ruslara ve Rus devletine
münasebetidir.
İkincisi, Tatar milli bilinci için en ‘sıcak’ mesele, milli onur meselesi, yani
Ruslarla her anlamda eşitlik hissi meselesidir. Tatar halkının yüzyıllarca
ezilmiş bir millet halinde yaşaması, bu durumun tek nedeni değildir. Diğer bir
neden ise, St.Petersburg’dan Doğu Sibirya’ya ve Vorkuta’dan Hazer denizine kadar
saçılan bir millet için ortak ekonomik menfaatlerden bahsetmenin güç olmasıdır.
Daha doğrusu, bütün Tatarlar için önemli olan ekonomik ve sosyal sorunlar, bütün
Rus vatandaşları için de geçerlidir. Yani böyle sorunların Tatar
milliyetçiliğiyle bir ilişkisi yoktur. Bundan dolayı Tatar milletine seslenmek
isteyen herhangi bir siyasetçi veya bir grup, millettaşlarının öncelikle
kültürel, manevi ve ruhsal ihtiyaçları üzerine yoğunlaşmak zorundadır.
Yukarıdakileri özetleyerek diyebiliriz ki, eşitlik hissini mümkün olduğu kadar
geliştirirken, aynı zamanda olabildiğince az ‘toplumsal bedel’ ödeten bir
ideoloji, Tatarlar için çekici olacaktır.
Bütün bunları hatırda tutarak, ‘Bulgarcılık’ ve ‘Orduculuğun’, hem güçlü hem de
zayıf yönleri incelenebilir. Önemli olan noktalar şunlardır: Birincisi, söz
konusu iki yaklaşımın Tatarlara milli gurur hissini kazandırarak, onların
kendilerini olumlu bir şekilde algılamalarını sağlamasıdır. İkincisi, bu
yaklaşımların Tatarların Ruslarla ve Rus devletiyle münasebetlerine nasıl
yansıdığı ve üçüncüsü Tatar milletinin şuurunu geliştirme açısından hangi
imkanları sağladığı noktalarıdır.
‘Milli gurur’ açısından ‘Bulgarcılık’ ve ‘Orduculuğun’ potansiyelleri birbirine
eşit gözüküyor. ‘Bulgarcılık’, Tatar (ya da Bulgar) tarihinin resmi versiyonu
olarak kabul edildiği takdirde, Tatarların tarihini ‘uzatmış’, ‘derinleştirmiş’
oluyor. Dahası, modern Tatarların atalarının 7-8. yüzyıllardan başlayarak kendi
devletlerine sahip olduğu düşüncesi, Tatarların bugün de kendi devletine sahip
olma hakkı bulunduğu hissini pekiştirebilir. ‘Orduculuk’ açısından ise, Tatar
tarihinin ‘daha kısa’, Tatar milletinin ‘daha genç’ olmasıyla birlikte, ‘şanlı
geçmiş’ dönemi, bugüne daha yaklaşmış olmakta ve ihtişamını sürdürmektedir[40].
Bundan dolayı, kendilerini Altın Ordu ile özdeşleştirdiği takdirde Tatarlar, bir
zamanlar Ruslara hakim olduklarını dahi düşünebilmektedirler.
Tatarların Ruslarla ve Rus devletiyle münasebetlerine gelince, bir yandan,
‘Orduculuk’, ‘Bulgarcılığa’ nispetle, daha çok konformist olmayan bir yaklaşım
gibi gözüküyor (‘Biz Tatarız ve bununla iftihar ediyoruz!’). Fakat aslında,
‘Orduculuk’, Ruslara ve Rusya’ya karşı çok daha barışçı bir ideoloji
olabilmektedir. Buradaki önemli bir nokta, ‘Orducu’ yaklaşımın Tatarlara
Rusya’nın ortak kurucuları statüsünü verebilmesidir. Tatarların, militan Rus
aleyhtarlığını kabullenmeye hazır olmayan kısmı için bu görüş, çok çekici
olabilir. ‘Orducular’, Rusya’dan ayrılmaktan ziyade, Rus devleti içinde kalarak,
Ruslarla eşitliği sağlama sorunuyla daha ilgili olabilir[41]. Tarihsel geçmişi
nasıl algıladıklarına gelince, Kazan Hanlığının Ruslar tarafından yıkılmasını
bile az çok sakin karşılayabilmektedirler[42]. ‘Bulgarcı’ görüş ise, değil Rus
istilasını, Altın Ordu’nun kurulmasını dahi olumsuz algılamakta, Tatar ilkokul
ve ortaokul öğrencilerinde bir nevi ‘kurban millet’ kompleksinin gelişmesine yol
açabilmektedir.
‘Bulgarcılık’ ile ‘Orduculuğun’ rekabeti, Tatar halkının ‘ideal anayurdunu’
arayış meselesiyle de sıkı bir biçimde ilişkilidir. ‘Bulgarcı’ yaklaşım
açısından Tatarların ‘ideal anayurdu’, Tataristan Cumhuriyeti ve ona komşu
birkaç il sınırına, böylelikle, Rusya Federasyonu’na ‘sığdırılmış’ oluyor.
Modern Tatar milletinin Altın Ordu’nun varisi olduğu kabul edildiği takdirde,
‘ideal anayurdu’ güneyde Hazar Denizine ve doğuda Doğu Sibirya’ya kadar uzanmış;
Tatar tarihinin, en azından Kazak, Özbek ve Nogay Türklerinin tarihleriyle sıkı
ve koparılamaz bağları olduğu vurgulanmış olmaktadır[43]. Siyasi sonuçlara
gelince, bir yandan, ‘ideal anayurdun’ bu kadar ‘genişlemesi’, Tatar milli
hareketi için nihai amacın Rusya’dan ayrılarak bağımsız bir devlet kurup
kurmamak olduğunu (daha doğrusu, olamamasını) düşündürüyor[44]. Öbür yandan,
böyle bir amaca ulaşma şansı, Tatar milliyetçileri hangisini (ister
Bulgarcılığı, ister Orduculuğu) tercih ederse etsin, son derece düşüktür. Aynı
zamanda, ‘Orducu’ görüş, siyasi bağımsızlık ülküsünü bugünün gündeminden
kaldırabilmesiyle beraber, Tatar milliyetçiliği için farklı seçenekler
sağlamaktadır. Öncelikle, ‘Orduculuk’ Tatar tarihini diğer Türki milletlerin
tarihlerine sıkı bir biçimde bağlayarak, Tatar tarihinin Rusya tarihi içinde
‘eritilmesini’ engellemekte ve Tatar milli kimliğine kendiliğinden Pan-Türkist
bir eğilim vermektedir. Öbür yandan, ‘Orducu’ bir perspektiften bakıldığında,
Tatar milliyetçiliğinin, Avrasyacılığın içindeki radikal Rusçu olmayan akımlarla
bile uzlaşmasına yol açılmaktadır. Bütün bu imkanların, Tatar milliyetçiliğini
daha da etkinleştireceği şüphesizdir. Türkçülük ile Avrasyacılığın mutedil
kanatları arasındaki uzlaşma perspektifi de bir gün gerçekleşerek, beklenmedik
imkanları açabilir.
5. Gelecekteki gelişme varyantları
Siyasi olaylar ve ekonomik gelişmeler dışında, diğer bir önemli etken, Rusya’nın
gelecekte kendi milliyetini kurmak için hangi modeli seçeceğidir. Demokratik
gelişme çerçevesinde bile, en azından iki seçenek vardır. Etnik yapısı açısından
karışık olan Rusya’nın, ya İngiliz-İskoç tipindeki sivil millet kurma
projesini[45], ya da Fransız/Amerikan tipindeki asimilasyoncu projeyi uygulamak
seçeneği vardır. Asimilasyoncu model, bazı modern Rus liberalleri tarafından
savunulmaktadır. Batı’da popüler olan Ernest Gellner[46] ya da Benedict
Anderson[47] kuramları gibi kurgucu (constructivist) milliyetçilik kuramlarını
benimseyerek, bu kuramcılar, milliyeti vatandaşlıkla özdeşleştirmekte, Rusya’da
mevcut olan etnik federalizm sistemini şiddetli bir şekilde eleştirmekte ve bu
sistemin toplumu ve ülkeyi parçalamaya sürükleyeceğini ileri sürmektedirler.
Mesela, Rus Bilimler Akademisi’nin Etnoloji ve Antropoloji Enstitüsü’nün müdürü
Valeriy Tişkov, Rusya anayasasında geçen ‘Rusya’nın çok milletli halkı’
ibaresini ortadan kaldırarak, onun yerine ‘çok halklı milleti’ ibaresini
kullanmayı ve böylelikle Rusya’daki azınlıkların ‘milletler’ olarak anılmasını
dahi engellemeyi önermektedir[48]. Rusya’daki etnik federalizm sisteminin
onyıllarca işlemiş ve düzenlenmiş olduğu, modern Rusya azınlıklarının oldukça
gelişkin milli bilinçlere ve modern seçkinlere (modern elites) sahip olduğu göz
önünde tutulursa, yukarıda tarif edilen yaklaşımın uygulanmasının Rusya
koşullarında öngörülmez sonuçlara yol açacağı açıktır.
Yukarıda değinilen dışsal etkenlerin yanı sıra, Tataristan’ın geçirdiği siyasal
süreçler de, öncelikle cumhuriyette yaşayan Tatarlar ile Ruslar arasındaki
münasebetleri, hem Tataristan Cumhuriyeti’nin hem de bütün Tatar milletinin
geleceğini etkilemektedir. Son yıllardaki en ilginç temayüllerden birisi, sivil
ya da quazi-sivil ‘Tataristan halkı’ kavramının ortaya çıkmasıdır. Söz konusu
terim, 1990’ların başında siyasal bir ‘uydurma’ kavram olarak kullanılmaya
başlamıştı. Nedeni ise, Tataristan hükümetinin Moskova ile bağımsızlık ya da
geniş otonomi için mücadelesi esnasında yalnız Tatarların değil de,
Tataristan’da yaşayan bütün insanların sempatilerini çekmeye ihtiyacı olmasıydı.
Böylelikle, Tataristan’ın ‘müstakilliği’, ‘Tataristan’ın çok milletli halkı’
adına ilan edilmiş[49] ve buna da öncelikle ekonomik kanıtlar getirilmişti. Bu
kavram, başlangıcında pek ciddi algılanmadığı halde, şurası bir gerçektir ki,
Tataristan’da yaşayan Rusların 1/3’inden fazlası, cumhuriyet hükümetinin yerel
kaynakları denetim hakkını gerçekten desteklemektedir[50]. 1992 referandumunda
ise, yerel Rusların bir kısmı, cumhuriyetin müstakilliği lehine hatta
uluslararası hukukun nesnesi olabilme lehine bile oy vermişlerdi. Bugün de
Tataristan’daki Rusların nerdeyse % 50’si, iki kere vatandaşlık kimliğine sahip
olarak, kendilerini yalnız Rusya’nın değil, Tataristan’ın da vatandaşları
saymaktadırlar[51]. Bu temayülün ilerlemesi halinde, sonuçları hem enteresan hem
de öngörülmez olabilir. Bir yandan böyle bir gelişim, Tataristan’ı ‘küresel
toplum’, yani dış dünya ile doğrudan temasa hazır olan kendine yeterli bir
toplum haline getirebilir; örnek olarak, modern Quebec anılabilir[52].
Böylelikle, Tataristan’ın Moskova ile mücadelesinde cumhuriyetin konumu
pekiştirilmiş olabilir. Yine de aynı temayül, Tataristan’lı Tatarlar ile kendi
cumhuriyeti dışındaki Tatarlar arasındaki farkı daha da derinleştirebilir. Oysa
şu anki durum, gelecek konusunda kesin hüküm verebilecek kadar açık değildir.
Nihayet, bütün nesnel – ekonomik ve siyasal, – etkenlerin dışında, öznel
etkenler de Tatar milletinin gelişimi için son derece önemlidir. ‘Öznel
etkenler’ derken, öncelikle Tatar aydınları arasında yer alan ve bu yazıda
tartışılmış olan fikir mücadelesinden bahsediyoruz. Öncelikle anlaşılıyor ki,
bir toplumun kendi tarihini algılayışı, o toplumun hem modern dünyadaki yerini
aramasını hem de kendi geleceğini nasıl kurabileceğini doğrudan etkilemektedir.
Bir diğer önemli nokta, tarih bilimi, öznel yaklaşımlar için yer bırakabilen
bilimler arasında belki en öznel olanıdır. Tarihsel incelemelerde öznel bir
algılama veya seçenek imkanı, sıkça mevcut olmaktadır. Böyle öznel bir seçeneğin
meydana getirebileceği nesnel sonuçlar, bilim sahasının sınırını aşarak,
toplumun hayatı için pratik bir öneme sahip olabilir. Kendi milletinin tarihini
yazarak, onun milli bilincinin kalıplaşmasını etkileyen ve böylelikle
gelecekteki gelişimini muayyen bir anlamda ‘programlayan’ aydınlar, aslında, az
sayıdaki şahıslardır. Böyle şahıslara düşen sorumluluğun ne kadar büyük olduğu
açıktır. Modern Tatar milliyetçiliğinin durumu ise bu gerçeklerin klasik bir
örneğidir.
[1] Şunu ayrıca kaydetmek lazımdır ki, bu yazıda ‘milliyetçilik’ (‘nationalism’)
ve ‘milliyetçi’ (‘nationalist’) terimleri, manevi bakış açısından otomatikman
olumlu ya da olumsuz olan bir anlamı taşımamaktadır.
[2] Söyleşi yaptığım bir kişi dediği gibi, ‘Yılına birkaç kere takke giydiğimde,
kendimi bir Tatar hissederim’.
[3] Lehmann, s.90
[4] “Tezisı platformı VTOTs. Proekt.” [VTOTs Platformunun Tezleri. Proje.],
Millät, Ocak 1991. – VIII. Kısım.
[5] R.Safin, “Milli xäräkät häm din” [Milli hareket ve din], Tatar milläte:
utkäne, bügengese, kiläçäge [Tatar milleti: geçmişi, bugünü, geleceği] (Kazan,
1997), s. 95.
[6] Mesela, Kosova’daki 1998 savaşı esnasında Tatar radikalleri NATO’nun
Yugoslavya bombardımanını açıkça desteklemişlerdi.
[7] R.Hakimov, Sumerki imperii [İmparatorluğun alaca karanlığı/akşamı (The
Twilight of the Empire)] (Kazan, 1993), s. 46.
[8] R.Safin, “Milli xäräkättä “öçpartiyälelek”, yäki möstaqıyl däwlät tözü öçen
bezgä ni citmiy?” [“Milli harekette “üçpartililik”, ya da bağımsız devlet kurmak
için bize ne yetmiyor?”], Mädäni comğa [Kültürel Cuma], Kasım 21, 1995.
[9] “Tezisı platformı VTOTs. Proekt.” [VTOTs Platformunun Tezleri. Proje.],
Millät [Nation], Ocak 1991. – V. Kısım.
[10] D.İshakov, Problemı stanovleniya i transformatsii tatarskoy natsii [Tatar
milletinin kuruluş ve evrimi problemleri] (Kazan, 1997), s. 188.
[11] Üstelik, 20. yüzyıl başlarında bir ortak Türk devletine birleşme ülküsü,
öncelikle Rus-Bolşevik sömürgeciliğinden kurtuluşla birdi. 1991’de beş tane Türk
cumhuriyeti bağımsızlığına kavuştuktan sonra ise, aynı ülkü (yeni devletlerin,
öncelikle, iktidar başındaki elitleri için, ve büyük ölçüde halkları için de),
geriye adım atmakla bir gözükmektedir.
[12] Jacob M. Landau, Pan-Turkism: from Irredentism to Cooperation, (London:
Hurst & Company, 1981), s. 4.
[13] “Tezisı platformı VTOTs. Proekt.” [VTOTs Platformunun Tezleri. Proje.],
Millät [Nation], Ocak 1991. – X. Kısım.
[14] İshakov, s. 211.
[15] Sergey Puşkin, “Yevraziyskie vzglyadı na tsivilizatsiyu” [Medeniyet üzerine
Avrasyacı görüşler], Sotsis, No.12 (1999), s. 24.
[16] Petr Savitskiy ile Lev Gumilev, 1945 ile 1956 yılları arasında, Sovyet
çalışma kampında tanışmışlardı.
[17] Etnogenez i biosfera Zemli [Etnojenetik süreçler ve Yerin biyosferi],
Leningrad, 1989; Drevnyaya Rus i velikaya step [Eski Rus ve Ulu Step], Moskova,
1992; Drevnie tyurki [Eski Türkler], Moskova, 1993; Ot Rusi k Rossii [Rus’tan
Rusya’ya], Moskova, 1992.
[18] Gumilev’e göre, Moğolların eski Rus beyliklerini tabi etmedikleri takdirde,
Rus toprakları Alman haçlıları tarafından kaçınılmaz bir biçimde zapt edilip,
Rus halkı ya fiziken yok edilecek, ya da zorunlu olarak Katolik yapılaca, yani
kimliğini yitirmiş olacaktı. Dahası, Altın Ordu’nun ortaçağ Ruslarına empoze
ettiği bazı sosyal müesseseler (düzenlenmiş kanunlar, epey gelişmiş kara yolları
sistemi, umum halk sayımına dayalı merkezleşmiş vergi sistemi), o zamanki batı
Avrupa’ya nispetle epey öncüydü.
[19] Yine de, çoğu Tatar Gumilev fanatikleri, O’nun ‘Rus’tan Rusya’ya’ (Ot Rusi
k Rossii) adlı son kitabını okumamışa benziyorlar. Kitapta, Rusların doğuda
yaptıkları bütün fütuhatlar (Kazan hanlığının istilası dahil) genellikle haklı
gösterilmiş oluyor. Kazan’ın yıkılmasına gelince, Avrasya tarihinde halledici
rolü oynayan bu olaya, kitapta bir tek paragraf hasrediliyor ve önemli olan
birçok olgu ve detay asla zikredilmemiş kalıyor.
[20] Rus tarihinin daha geleneksel versiyonuna göre, Altın Ordu, Rus
medeniyetini harap ederek, Rusya’nın gelişmesini yavaşlatmış ve, böylelikle,
Avrupa’dan geri kalışının esas nedenlerinden biri olmuştu. Altın Ordu hakimiyeti
dönemi, Rus tarihinde ‘Moğol-Tatar boyunduruğu’ adıyla bilinmektedir.
[21] Veçe, No.50, 1993, p.31. Tabii ki, V.Kojinov, Rusya Federasyonu’nun bütün
Rus olmayan halklarının fiziken yok edilmesi ya da tehcir edilmesi gerektiğini
savunmamaktadır. Yine de, Avrasyacılığın Rus olmayanlar için en çekici olan
yanı, yani Rusya’nın sadece ulusal azınlıklarıyla birlikte tam Rusya olduğu
görüşü, inkar edilmiş oluyor. Müellifin bunu kasten söylemek isteyip
istemediğinden kati nazar, ifade ettiği görüşlerin mantıki devamı olarak,
Rusya’nın refahı için Rus olmayan halkların kültürlerini korumaya hiç lüzum
olmadığı sonucuna kolaylıkla gelinebilir.
[22] Halledici etken, bizce, şudur: Avrasyacılığın ortaya çıktığı ve geliştiği
1920-1930’lu yıllarda geçmişteki Rusya İmparatorluğu’nun nerdeyse bütün
milletlerini kapsayan SSCB halen yaşamaktaydı. O yüzden klasik Avrasyacılar, Rus
olmayan halkların varoluşunu unutmamak zorundaydılar. Aksine, etnik Rusların
halkın % 80’ini teşkil ettiği modern Rusya koşullarında, Rus milliyetçileri için
kendi milletini kendine yeterli saymak çok daha çekici olmaktadır.
[23] Rus olmayan milletlerin kendi mukadderatını tayin etme hakkı gibi ‘yabancı’
şeyler ise, söz konusu bile olamayacağı açıktan açıktır.
[24] Malashenko, s. 199-200.
[25] Farit Urazaev, “Yegerme berençe ğasırğa säfär” [21. yüzyıla yolculuk],
Tatar milläte: utkäne, bügengese, kiläçäge [Tatar milleti: geçmişi, bugünü,
geleceği], s. 64.
[26] Asılında, 1946’dan sonraki dönem içinde ‘Bulgarcı’ bakış açısı tek ‘meşru’
görüş olarak kabul ediliyordu. Tatar tarihinin Altın Ordu ile bağlı dönemi ise,
az önceye kadar yarı-resmi bir tabu altında kalıyordu. Altın Ordu ile bağlı
herhangi tarihsel hatıralar, ‘milliyetçi’ ve ‘Rus aleyhtarı’ sayılıyordu. Bundan
görünüyor ki, Sovyet historiyografisinin ideologları, kesinlikle Avrasyacılardan
değillerdi.
[27] Azade-Ayşe Rorlich, The Volga Tatars: a Profile in National Resilience,
(Hoover Institution Press, Stanford University, 1986), s. 5-9.
[28] Bu, mesela, söz konusu dönemde yaşayan bir takım yazarların eserlerinde
(örneğin, Ayaz İshaki’nin ‘İki yüz yıldan sonra inkıraz’ gibi ilk eserlerinde)
görülüyor.
[29] Örnek olarak, Bulgarların 13. yüzyılda Moğol istilacılarına karşı
mücadelesini anlatan ‘Cik Märgän’ destanı verilebilir.
[30] İdil Bulgarlarının İslamiyet’i resmi din olarak kabul ettiklerinin 1100.
yıldönümü Rusya Müslümanlarınca yakında kutlanmıştı.
[31] Ebrar Kerimullin, Tatarlar: isemebez häm cisemebez [Tatarlar: ismimiz ve
özümüz], (Kazan: ‘Tatarstan’ kitabevi, 1991).
[32] Bulgar dalına mensup olup da, bugün yaşayan tek dil Çuvaşça’dır. Fakat
Çuvaşlar, hiçbir zaman Müslüman olmamışlardı. Büyük olasılıkla Çuvaş halkı, eski
Bulgarların, İslamiyet’i kabul etmeyerek, eski Bulgar Devleti’ni kurma sürecine
direk katılmayan bir yan dalından gelmedir.
[33] Mesela, Altın Ordu’nun son hanlarından birine hasredilmiş İdägäy destanı.
1940’ta Tatar şairi Näki İsänbät tarafından yayınlanan İdägäy, ‘gerici’ ve
‘milliyetçi’ bir destan lakabıyla resmen hükmedilmişti.
[34] Daha radikal bazı varsayımlara göre, Tarar halkı şimdiki şeklinde artık Rus
istilası sonrası dönemde oluşmuştur.
[35] ‘Tatar’ adı, asılında, Moğol kabilelerden birinin ismiydi. Moğollarla komşu
olan ve daha sonra Moğol istilasına uğrayan bütün halklar, bütün Moğolları
‘Tatar’ adıyla biliyordu. Ortaçağ Rus beylikleri, Altın Ordu’ya tabi olduğu
halde, ona direk katılmamışlardı. Ortaçağ Rusları için, Altın Ordu içinde
yaşayan bütün topluluklar, hepsi de ‘Tatar’dı. Benzer bir şekilde, ‘soğuk savaş’
yıllarında bütün SSCB halkları Batı’da ‘Russians’ adıyla biliniyordu.
[36] Rusya’da yaygın olan ‘Davetsiz bir misafir, Tatar’dan beter’ (Nezvanıy
gost’ huje tatarina) meşhur deyimi, buna bir örnek olabilir.
[37] 1990’ların başında Bulgar-ül-Cedid (‘Yeni Bulgar’ın Arapçası; Kazan
şehrinin eski adlarından biri) hareketi, milletin adının resmen değiştirilmesini
talep etmişti. Bazı ayrı şahıslar da iç pasaportlarında kaydolan milliyetin
tatarin (Tatar)’dan bulgarin (Bulgar)’a değiştirilmesini istemişlerdi. Fakat, bu
talepler yerine getirilmemişti.
[38] İster Mişärler, ister Astrahan ya da Sibirya Tatarları olsun, hepsinin de
toprakları zamanında Altın Ordu içindeydi. Aksine, Astrahan ve Sibirya
Tatarlarının tarihlerini, değil Bulgar Devletinin, Kazan Hanlığının tarihine
bile nasılsa ‘bağlamak’ çok güçtür.
[39] Liah Greenfeld, Nationalism. Five Roads to Modernity (Cambridge,
Massachusetts, London, England: Harvard University Press, 1992), s. 250.
[40] Eski Bulgar Devletine nispetle, Altın Ordu’nun kesinlikle daha büyük, daha
güçlü ve jeopolitik bakış açısından daha önemli bir imparatorluk olduğu
şüphesizdir.
[41] Mesela, Tatar basınında arada sırada Tatarca’nın Rusya’da ikinci devler
dili olarak tanınması gerektiği iddiasına rastlanabilir. Bunun gerçekçi bir
talep olmadığından ziyade, bizim için dikkat çekici olan şu ki, böyle talepler,
değil Rus milliyetçileri için, Tataristan’ın bağımsızlığının kesin taraftarları
için de asla kabul edilemez bir şeydir.
[42] Yani, hem önce Tatarların Ruslar üzerine hakim olmasını, hem de rollerin
sonradan değişmesini, ‘Avrasyalı’/‘Altın Ordulu’ bir bütünün içinde olup biten
olaylar olarak algılayabilirler. Böyle bir görüşün, ne kadar gerçekçi ve ne
kadar bir ‘avutmaca’ olduğu, ayrı bir meseledir.
[43] Modern Tatar milletini teşkil eden bütün toplulukların, bu takdirde 13.
yüzyıldan başlayan ‘ortak geçmişe’ sahip olmaları da, yukarıda dile
getirilmişti. Adı geçen toplulukların, Tatar milleti içindeki yüzdesi %10’dan
düşük olduğu halde, Tatar tarihinde önemli rol oynamış bir sürü (Yusuf Akçura,
Abdürreşit İbrahimov gibi) şahıslar bu ‘azınlıklara’ mensuplardı. Onların, Tatar
milletinin dışında bırakıldığı takdirde, Tatar milli ‘panteonu’ epey fakirleşmiş
olurdu.
[44] ‘Orducu’ versiyona göre Tatarların ‘anayurdu’ olan büyük bölgenin Rusya’dan
ayrılması, sırf teknik açıdan bile zorla hayal edilebilir. Aksine, tek başına
Tataristan Cumhuriyeti, hiç değilse siyasi bir bütünü teşkil ederek, prensip
olarak siyasi bağımsızlık talebinde bulunabilir, ve bulunmuştu.
[45] Milli azınlıklar için devlet şeklindeki (state-like) otonomi hakkını
sağlayan model. Rusya koşullarında bu projenin uygulanması, şu an mevcut olan
milli federalizm sistemini korumaktan başka bir şey değildir.
[46] Ernest Gellner, Nations and Nationalism, (Oxford: Blackwell, 1983).
[47] Benedict Anderson, Imagined Communities, (London: Verso, 1983).
[48] Valeriy Tişkov, “O natsii i natsionalizme” [Milliyet ve milliyetçilik
hakkında], Svobodnaya mysl’, No. 3 (1996), s. 36.
[49] Bu terim, Tataristan Cumhuriyeti’nin 1992’de kabul edilmiş Anayasası’nda da
kullanılmıştı. Az önce, federal merkezin baskısı altında, bu formül
Tataristan’ın Anayasası’ndan kaldırıldı.
[50] L.M. Drobijeva et al., Demokratizatsiya i obrazı natsionalizma v Rossiyskoy
federatsii 90-h godov [Rusya Federasyonu’nda demokratlaşma süreci ve
milliyetçiliğin imajları], (Moskova: Mısl, 1996), s. 87.
[51] Ibid., s. 378.
[52] Michael Keating, Nations against the State (London: St. Martin’s Press,
Inc., 1996), s. 72.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder