6 Şubat 2011 Pazar

MİLLİ KİMLİK


milli kimlik
Tatar Milli Kimliğinin Oluşumu
Dr.Timour Kozyrev

Giriş
Bugün Rusya’daki Tatar meselesi, asılında üç meseleden ibarettir:
1) Tataristan Cumhuriyeti ile federal merkez arasındaki münasebetler. Bu
münasebetler, öncelikle Moskova’nın merkezleştirme siyaseti ile Tataristan’ın
kendi otonomisini korumaya yönelik faaliyetleri arasındaki çelişkiden ibarettir.

2) Tatarlar ile Rusların günlük hayattaki münasebetleri. Bu mesele, her iki
tarafın önyargıları, farklı kültürel standardlar ve tarihi hatıralarının
etkileşiminden ibarettir.
3) Tatar milliyetçi aydınları arasında yer alan ve millet kurmanın değişik
projeleriyle ilgili fikir mücadelesi.

Bu yazıda, yukarıdaki meselelerin üçüncüsü tartışılacak, modern Tatar
milliyetçiliği[1] içinde mevcut olan ve onu etkileyen temel ideolojiler ve
temayüller incelenecektir. Aynı zamanda, Tatar milliyetçiliğinin Rus
milliyetçiliğiyle münasebeti de dikkate alınacaktır. Yazının son kısmında ise,
durumun gelecekte hangi yönlerde gelişebileceği tartışılacaktır.
Söz konusu ideoloji ve temayüller, asılında şunlardır: Bir yandan, genel olarak
Rusya toplumunun ve onunla sıkı bir bağı bulunan Tatar toplumunun yaşamakta
oldukları dinsel rönesans, öbür yandan, 19. yüzyılın sonlarından 1930’lara
kadarki dönemin içinde kuvvetli olan ideolojilerin (Ceditçilik, Türkçülük ve
Avrasyacılık) yeniden canlanması. Adı geçen ideolojilerin, modern Tatar tarihi
üzerinde yapılan manipülasyonlarla etkileşimi ise ayrıca ilginçtir ve dikkate
alınmalıdır.

2. Dinsel rönesans: Milliliği pekiştirme aracı
Öncelikle, şunu kaydetmeliyiz ki, dinlerin yeniden canlanması, Sovyetler sonrası
oluşan tüm toplumların bugün yaşamakta oldukları bir süreçtir. Komünizmin
çürümesiyle ortaya çıkan hayal kırıklığının, sosyal ve ekonomik sorunlar
derinleştikçe artan sosyal memnuniyetsizliğin, Sovyetler sonrasında yaşayan
insanları ruhsal arayışlara itmesi, doğaldır. Bununla ilişkili doğal olan iki
şey daha var: Pek çok insanın, öncelikle atalarının geleneksel dinlerine
sığınması, böyle olduğu takdirde, dinle milliyetçiliğin kol kola yürümesi.
Tatar-Rus münasebetleri ise bahsedilen temayülün çok tipik bir örneğidir.

Önemli olan, İslamiyetin, sadece bir inanç değil, aynı zamanda hem
bireyin, hem de toplumun yaşamını düzenleyen kurallar sistemi olmasıdır. Bunun
sayesinde, Komünist Partisi dinsel inancı ortadan kaldırmayı genel olarak
başarmış olduğu halde, İslam’ın bir takım unsurları, bütün Sovyet dönemi boyunca
korunan bir gelenek halinde yaşayageldi ve Tatarlar gibi azınlıkların kimliğini
korumalarına yardımcı oldu. Tatarlar arasında şu ana dek en iyi korunan
gelenekler, erkek çocukların sünneti, hayır, nikah ve cenaze merasimleridir.
Bunun dışında, dini bayramları, öncelikle Kurban Bayramını kutlayanlar çoktur.
Bütün bunlar, sırf gelenek olarak korunsa bile, Tatarları Rus çoğunluktan ayıran
bir rol oynamaktadır. Dahası, milletin yarıdan fazlasının ana dilini
konuşamadığı durumda (Sibirya halkları ya da Kafkasyalı’ların aksine, Tatarların
tipleri bile Ruslarınkinden pek farklı olmadığı hatırda tutulursa) Müslümanlık,
ne kadar yüzeysel ve dışsal olsa da, pek çok insanın hala kendisini Tatar olarak
hissetmesini sağlayan bir öğedir[2]. Nihayet, Müslümanlıkla ilgili her şey,
Tatarları Rusya dışındaki İslam alemine bağlayarak, onları yine Ruslardan farklı
kılmaktadır. Sonuç olarak, milliyetçi düşünceli Tatarların algılayışına göre,
yüzeysel olsa da Müslüman olmak, gerçek bir Tatar olmanın kesin şartıdır.
Genellikle, modern Tatar milliyetçi hareketi “Müslümanlığı”, bağımsız bir değer
olarak değil de, sadece Tatarların milli kimliğini pekiştirmeye yardımcı olan
bir araç olarak algılamaktadır.

3. Yeniden canlanan ideolojiler: Ceditçilik, Türkçülük, Avrasyacılık
Sovyet döneminde yıllarca tabu olagelen tarihi isimler ve olayların yeniden
keşfedilmesi dışında, Tatar toplumunda 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başında etkili
olan Ceditçilik ve Türkçülük gibi ideolojilerin yeniden canlandığı
görülmektedir. Dikkatimizi çeken nokta, bu ideolojilerin ortaya çıktıkları
dönemin bütün sosyal ve siyasal koşullarının Tatar, Rus ve diğer Sovyet-sonrası
milletlerin şu an içinde bulundukları koşullardan tamamen farklı olmasına
karşın, Cedidçi ve Türkçü fikirlerin, Tatar milliyetçi düşüncesi içinde kendine
bir yer bulmayı becermiş olmasıdır. Böylelikle, bu ideolojiler kendilerinin
modern koşullara uyabildiklerini göstermektedirler.

3.1. Ceditçilik
Bu reformcu ideolojinin ortaya çıktığı 19. yüzyıl sonunda ve kuvvet kazandığı
20. yüzyıl başında Tatar toplumu çok dindar, son derece gelenekçi, muhafazakar
ve içe dönüktü. Şu anki durum, bunun tam tersidir. Birincisi, dindarlık seviyesi
çağdaş Tatar toplumunda çok düşüktür. İslam dinine bilinçli bir şekilde
inananların yüzdesi bile % 50’den daha düşüktür. Beş vakit namazını kılanların
da çoğu, köylerde yaşayan yaşlı kadınlardır[3]. Milli kültüre gelince,
Tatarların % 50’den fazlası kendi ana dillerini rahatça konuşamamakta ve ana dil
olarak Rusçayı kullanmaktadır. Orta yaşlı ve genç Tatarların çoğu, Batı ve Rus
kültürlerini kendi milletinin kültüründen çok daha iyi bilmektedirler. Bu
yüzden, ilk bakışta Ceditçilik, modern Tatar toplumuna asla uygulanamaz bir
ideolojiymiş gibi gözükmektedir.
Bütün bunlara rağmen, Ceditçilik modern Tatar milliyetçiliğinin iç
yapısında çok önemli bir yere sahiptir. Ceditçiliğin yeniden canlanması,
VTOTs’un programında ‘yüce vazife’ olarak geçmektedir[4]. Bir takım milliyetçi
Tatar aydınlarına göre Ceditçilik, öncelikle, Tatarlara ya da genel olarak bütün
Müslüman Türk milletlerine özgü olan ‘milli’ bir İslam varyantıdır ve diğer
müslüman milletlerin din anlayışlarıyla örtüşmez[5]. İdil Tatar aydınlarının,
zamanında Ceditçiliğin en aktif taraftarlarından olması ve zamanında bütün Rusya
İmparatorluğu’ndaki Müslüman Türkleri ve hatta Rusya dışındaki Müslümanları
etkilemiş olması, bugün de milliyetçi Tatar aydınları için bir nevi milli gurur
kaynağı olmaktadır.
Bununla birlikte, Tatar milliyetçilerinin, Ceditçiliği bir barınak
bilmelerinin sadece pragmatik olan bir boyutu da mevcuttur. Tatar milli
hareketinin mutedil kanadı, öncelikle VTOTs’un ideologları, Batı’ya
gösterdikleri ilgi ve büyük ölçüde olumlu bir münasebet açısından klasik
Cedidçileri takip etmektedirler. 1980’lerin ortasından başlayarak, Tatar milli
hareketinin esas amacı, Tataristan Cumhuriyetinin önce bir Birlik cumhuriyeti
(Union-republic) seviyesine, sonra bağımsız bir devlet haline getirilmesiydi.
Tatar milletinin uluslararası seviyede tanınmamış olması, uluslararası süreçlere
doğrudan katılamaması, Tatar milliyetçileri ve genellikle Tatarların büyük bir
kısmı tarafından, milletlerinin karşılaştığı en büyük ve ciddi sorunlardan biri
sayılmaktadır. Bu bakış açısından, Batı ile Tataristan arasındaki her türlü bağ
ve ilişkinin, bu tecridin kırılmasında esas araç olarak algılanması doğaldır.
Rusya dışındaki Müslüman ülkelerle yeniden canlanan ilişkiler ise, aynı rolü
oynayamamaktadır. Çünkü Müslüman ülkeleri Batı ülkeleri kadar dünya siyasetinde
etkili değildir ve Rusya’nın iç siyasetini de etkileyememektedirler. Öbür
yandan, eski SSCB dışındaki Müslüman ülkelerden dil ve kültür açısından
Tataristan’a en yakın olan Türkiye, hem NATO üyesi, hem de AB adayıdır. Sonuç
olarak, ister mutedil ister radikal olsun, çoğu Tatar milliyetçisi açıkça Batı
taraftarıdır[6]. Örneğin, en etkili Tatar ideologlardan, cumhurbaşkan Mintimer
Şaymiev’in devlet danışmanı Rafael Hakimov, Avrupa kültürüne doğrudan erişimin,
Rus kültürü aracılığıyla değil, doğrudan ilişkiyle olması gereğini ve, bununla
ilgili olarak, Rusya’da ortaya çıkan Batı aleyhtarı akımların Tatarlar için asla
kabul edilemez olduğunu vurgulamaktadır[7]. Ayrıca, VTOTs’un ortak
başkanlarından biri olan R.Safin, Batı’ya doğrudan yönelimin, Tatar milli
devletçiliğini restore etmenin tek yolu olduğunu savunmaktadır[8].

Yukarıdaki duruma uygun bir şekilde, Tatar ideologlarınca ‘Euro-İslam’
adında yeni bir kavram, son yıllarda ileri sürülmektedir. İçeriği pek belirgin
olmayan bu yeni yaklaşım, esas olarak İslam’ın ve genellikle Şark kültürünün,
Batı yaşam tarzı ve sosyal değerleriyle bağdaşabilmesini savunan bir
yaklaşımdır. Böyle görüşler, Tatar aydınları arasında pek yaygındır; Tatarların
bütün tarihi boyunca Doğu ile Batıyı birbiriyle bağdaştıran “köprü” rolünü
oynadığı ve gelecekte de aynı rolü oynayacağı iddiasıyla pek uyumlu bir şekilde
birleşmektedir[9]. Söz konusu Müslüman-Batı sentezinin, uygulamada ne kadar
mümkün olduğu meselesi, ayrı bir inceleme gerektiren çok ciddi bir konudur.
Oysa, ‘Euro-İslam’ kavramının Tatar milliyetçiliği içindeki rolüne gelince, şu
gerçekler kesinlikle unutulmamalıdır: Birincisi, yukarıda söylendiği gibi, çoğu
Tatar milliyetçisinin İslam’ı öncelikle bir araç olarak görmesi, ikincisi, İslam
ile Batılı demokrasiyi birleştirmeye çalışan Türkiye’nin, Tatar
milliyetçilerinin önünde bir örnek olarak durması. Tatar milliyetçi önderlerinin
amacı eğer Tataristan’ın öncelikle bölgesel siyaset seviyesinde[10] Avrupa’ya
katılması ise, Euro-İslam’ın buna ideolojik desteği sağlayacağı öngörülmektedir.
Nihayet, Ceditçilik ideolojisinin, ‘Euro-İslam’ın ‘tarihi kökleri’ni arayıp
bulmak vazifesine en uygun ideoloji olduğu açıktır.

3.2. Türkçülük
Türkçülüğün modern Tatar toplumundaki durumu (yani, konumu ve uygulanabildiği
yönler), genellikle, Ceditçiliğin durumuna benzemektedir. Türki dilleri konuşan
bütün toplulukları, İstanbul Türkçesine dayalı ortak bir edebi dili olan ‘Büyük
Turan’ devletine dönüştürme ülküsünü, modern koşullara uygun bulmak, tabii ki
çok güçtür. Bir yandan, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında bütün Müslüman
Türk toplumlarının üst tabakalarının paylaştıkları ortak bir kültür birliği, bir
realiteydi. Ancak bu kültür birliği, pek iyi bilinen Sovyet politikası sonucu
ortadan kaldırılmıştır ve şu an fiilen yoktur. Bu durum ne kadar üzücü olursa
olsun, acı bir gerçektir. Öbür yandan, 1917 devrimi arifesinde Müslüman Türk
kitlelerin toplumsal bilinçleri ya sadece dinsel (İslami) bir bilinç ya da
kabile bilinci şeklindeydi. Yani, modern anlamdaki milli bilinçleri aslında
yoktu. Bu yüzden, o kitlelerin bilincini, aydınların istediği yönde
şekillendirmek (mesela, ‘Büyük Turan’ milleti bilincine dönüştürmek) aslında
mümkün ve kolaydı. Bugün ise, aynı kitlelerin büyük ölçüde gelişmiş milli
(Tatar, Başkurt, Kazak, Özbek, vs.) bilinçleri vardır. Bu durum büyük ölçüde
Bolşeviklerin parçalama siyasetinin bir sonucu olsa da, bugünün nesnel realitesi
budur ve klasik Türkçülük idealinin gerçekleşme fırsatı, artık kaçırılmışa
benzemektedir[11].

Durumun kökten değişmesine rağmen Türkçülük, modern siyasette ortadan
kalkmamıştır. Gerçi SSCB sonrası ülkeler ve cumhuriyetlerdeki gelişmelerden
bahsederken, bütünleşmiş ve organize bir ‘Türkçülük’ten ziyade, Türkçü eğilimli
akımlardan bahsetmek daha doğru olur. Uluslararası seviyede Türkçü eğilim, yeni
bağımsız Türk devletleri ve Rusya Federasyonu’na bağlı Türk cumhuriyetlerinin
(öncelikle Tataristan ve Başkurdistan’ın) Türkiye ile ekonomi ve eğitim alanında
işbirliği kurmasında belirginleşmiştir[12]. Türk devletleri arasında güçlü ve
etkin olan Türkiye, bu sürecin sürekli bir lideri konumunda kalıyor. Tatar
milliyetçi önderleri ise ister radikal ister mutedil olsun, hepsi Türk birliği
sloganına oldukça ilgi göstermektedirler.

Görünen Türkçü eğilimli etkinliklerin dışında Türkçülük, Tatar milliyetçi
ideolojisinin bir unsuru olarak çok etkilidir. Asılında, Tatar milliyetçiliği,
Rusya’dan siyasi bağımsızlığı kazanmayı hedef alsın veya almasın, temelde, Tatar
milletinin, Rusya’nın bir parçası olmasını değil, insanlık aleminin bir parçası
olmasını talep etmektedir. Bu nedenle, Tatar tarihini Rusya tarihinin bir
parçası olarak algılamaktan kurtulmak arzusundadır. Bu arzu bugün yeniden
kurulmakta olan Tatar milli bilincinin ağırlık noktalarından biridir. Bu arzunun
gerçekleşmesi için öncelikle gereken de, Tatar milletini Rusya dışında bulunan
ve büyüklük açısından en azından Rusya ile eşit olan bir şeyle
özdeşleştirmektir.

Tatar milli tarihinin bu amaca uygun olarak yazılmasında, Tatar milletinin diğer
Türk kökenli halklarla, ya da genel olarak İslam alemiyle olan bağlarını
vurgulayan bir tarih versiyonu tercih edilecektir. Tersine, Tatar tarihini
sadece Volga bölgesinin sınırlarına sokan, böylelikle onu Rusya tarihine
“sığdırmaya” yol açacak bir tarih versiyonu, büyük ihtimalle reddedilecektir.
Tatarların Türk dünyasıyla ve hatta ‘Türk uygarlığıyla’ olan bağları, mesela
VTOTs’un programında ayrıca vurgulanmıştır[13]. Adı geçen belgenin 10. kısmı
tamamıyla bu konuya ayrılmış ve ‘Türki halkların birleşmesi’ şeklinde
adlandırılmıştır. Tatar tarihinin ortak Türk tarihinin bir parçası olarak
yazılması gerektiğini, yukarıda adı geçen Damir İshakov açıkça belirtmektedir.
Ona göre, bu yaklaşım, gelecekteki Tatar tarih biliminin esas ilkelerinden biri
olacak ve ‘Tatar tarihini koruyucu bir mekanizma’ işlevi görecektir[14]. Nasıl
olursa olsun, şurası bir gerçektir ki Rusya Federasyonu içindeki Türk kökenli
halkların milliyetçilikleri arasında Tatar milliyetçiliği, en Türkçü eğilime
sahip olanıdır.

3.3. Avrasyacılık ve modern Tatar milliyetçiliği
Bugün Rusya’da yeniden canlanan bir başka ideoloji de Avrasyacılıktır.
1920’lerde Avrupa’da yaşayan P.Savitskiy (1895-1968), N.Trubetskoy (1890-1938),
P.Suvçinskiy (1892-1985), G.Florovskiy (1893-1979), G.Vernadskiy (1887-1997),
L.Karsavin (1882-1952) gibi göçmen Rus aydınlarınca tartışılan klasik
Avrasyacılık, ayrıntılı şekilde bu kısımda tekrar tanımlanmayacaktır. Bunun esas
nedeni şudur: Bugün Rusya’da Avrasyacılık diye adlandırılan ideoloji/ler,
klasiklerin kurduğu sistemden oldukça uzaklaşmış durumdadır. Rusya’nın
gelecekteki gelişme biçimlerini tartışırken, birbirlerinin karşıtı denilebilen
siyasi liderler (A.Saharov ve G.Zyuganov gibi), Avrasyacılığa gönderme
yapmışlardır[15].

Yine de, klasik Avrasyacılığın bugüne kadar gelen temel tezlerine burada
değinmek gerekiyor. Avrasyacılığın önde gelen ilkesine göre, geçmişteki Rusya
İmparatorluğu ve SSCB arazisiyle yaklaşık olarak aynı büyüklükteki bir bölgenin,
tarihen bir bütünü oluşturduğu iddia edilmektedir. Bu bütünlüğü, öncelikle iklim
özellikleri, coğrafya ve doğal etkenler oluşturmaktadır. Avrasya’nın iki esas
kısmı Orman ve Bozkır olup, birincisi İslavlarca, ikincisi de ‘Turanlı’ (Türk,
Moğol ve Fin-Ugor kökenli) halklarca temsil edilmiştir. Ayrıca, Avrasyacıların
bakış açısına göre, adı geçen bölgede yaşayan halklar ve topluluklar,
birbirlerine tarihsel ve etnojenetik bağlarla bağlıdırlar. Bu bağlar, Büyük Türk
Kağanlıkları, Altın Ordu ve nihayet bunların tarihi varisi olan Rusya
İmparatorluğu gibi kıtasal imparatorlukların tesirleri sonucunda oluşmuştur. Bu
imparatorluklar içinde yaşayan topluluklar asırlarca birbirleriyle kaynaşarak,
bir takım kültürel ve ırksal ortak özellikler kazanmışlardır. Adı geçen kıtasal
imparatorlukların ortaya çıkması ise, Avrasya altkıtasının ‘coğrafi birliği’ ile
ilgilidir. Bütün bunların sonucunda Avrasyacılık kuramı, bütün ‘Avrasyalı’
halkları, altkıtanın en büyük ve etkili milleti olan Rusların liderliğinde
birleştirmekte, böylece büyük bir kıtasal imparatorluğun korunmasını (SSCB
varken) ya da restore edilmesini istemektedir. Rusların kendilerine gelince: Rus
milleti, Slavlar ve ‘Turanlı’ların asırlar boyunca kaynaşması sonucu oluşmuştur
ve ‘Avrasyalılar’ terimi, Rusları doğru tanımlayan tek terimdir.

Ayrıca zikre değer bir şey, ister klasikleri, ister modern takipçileri olsun
Avrasyacıların insanlığın, Batı (veya Romen-Cermen), Müslüman, Çin, Hint gibi
birkaç büyük medeniyete bölünmüş olduğunu kabul etmeleridir. Onlara göre,
‘Avrasya’ bu büyük medeniyetlerdendir. Avrasya, ne Batı, ne Doğudur, ne de bu
ikisinin karışımıdır. O, bağımsız ve kendine yeterli bir medeniyettir.
Avrasyacıları S.Huntington’a açıkça yaklaştıran bir başka husus da, büyük
medeniyetlerin birbirleriyle çelişkiye girebildiğini düşünmeleridir. Modern
dünyada gördüğümüz esas temayül ise, Romen-Cermen medeniyetinin dünya ölçeğinde
yayılmasıdır. Romen-Cermen medeniyeti, kendi değerlerini (aldatıcı bir biçimde)
evrensel olarak göstermekte ve, bütün başka medeniyetleri kendisine katmayı
hedeflemektedir. Bundan dolayı, Avrasyacılığın hem klasik, hem de modern
takipçilerine göre, Batı, Avrasya’nın esas rakibi ve düşmanıdır. Dolayısıyla,
Batı medeniyetinin yayılmasına direnmek, çoğu kez Avrasya medeniyetinin bir
‘misyonu’ olarak görülmektedir. Önemli olan şu ki, bu görüş, Rus tarihinin daha
önce ortaya çıkmış bütün ‘misyoncu’ algılanışlarına (ister ‘Üçüncü Roma’ miti,
ister komünizm ideolojisi olsun) mükemmelen uymaktadır.

Modern Rus neo-Avrasyacılığının kurucusu diyebileceğimiz önemli bir ismin
zikredilmesi gerekiyor. Bu kişi, 20. yüzyılın ünlü Rus şairleri Nikolay Gumilev
ile Anna Ahmatova’nın oğlu ve klasik Avrasyacıların önderi Petr Savitskiy’in
öğrencisi[16], meşhur tarihçi Lev Gumilev’dir (1912-1992). Yazdığı birçok
kitapta[17], L.Gumilev, oldukça özgün bir etnojenetik kuramı ileri sürüyor.
Gumilev kuramının klasik Avrasyacılıkla paylaştığı üç temel tez şunlardır:
Birincisi, iklimsel ve coğrafi etkenlerin, etnojenetik özelliklerin ve
medeniyetlerin oluşmasında büyük tesiri olduğu; ikincisi, ‘Avrasya’ ile, aslında
eş anlamlı olan bir ‘Rusyalı’ (rossiyskaya) medeniyetin mevcut olduğu; üçüncüsü,
Altın Ordu’nun, bütün önyargılara rağmen, Rus tarihinde genellikle olumlu bir
rol oynadığı iddiası[18]. Bu son iddiasının sayesinde, 1980’lerin sonu ve
1990’ların başında, Tatar aydınları arasında Gumilev’in bir nevi kültü oluşmuş
ve bu düşünce bugüne kadar gelmiştir[19].

Rus toplumunun Avrasyacılığı benimsemesinin Tatarlar üzerindeki etkisi iki türlü
gözlemlenmektedir. Bunlardan biri, bu ideolojinin, Rus kitle bilincindeki Tatar
karşıtı klişelerin ortadan kalkmasını sağlamasıdır. Şüphesiz bu ideoloji
Tatarlar için olumlu bir rol oynamış ve oynamaya da devam etmektedir.
Dolayısıyla, Avrasyacı görüş, Tatarların, Altın Ordu’nun Rus tarihindeki olumlu
rolünü vurgulayarak[20], kendilerini Rus devletinin ortak kurucularından
sayabilmelerini sağlamaktadır. Bu durum, kendilerine sembolik de olsa Ruslarla
eşitlik duygusu verebilmektedir. Aynı zamanda, Rus devletinden ayrı milli
devletlerinin olmamasına karşı duydukları tepkiyi hafifleterek bir ‘avutmaca’
olabilmektedir. Oldukça Ruslaşmış, kendisini bir mücadele içinde devamlı
yaşamaya hazır hissetmeyen sıradan bir Tatar için bu durum, psikolojik açıdan
çok çekicidir.

Aynı zamanda Avrasyacılığın, hem Tatarlar hem de Rusya içindeki diğer ulusal
azınlıklar için tehlikeli olan bir başka boyutu da vardır. Rusya’yı, kendi
gelişme programı olan ve Batının yayılmasına direnme misyonunu taşıyan bağımsız
bir medeniyet olarak gösteren bu ideoloji, radikal Rus milliyetçileri için de
oldukça çekicidir. Avrasyacılığın radikal Rus milliyetçiliği ile yakınlaşma
temayülü gerçekten açıktır. Rus milliyetçilerinin sıkça yaptıkları, ‘Avrasya’yı
Rusya ile, ‘Avrasya’lıları da etnik Ruslar ile özdeşleştirmektir. Mesela, modern
Rus milliyetçiliğinin ideologlarından biri olan ve kendini Avrasyacı sayan Vadim
Kojinov’a göre, Ruslar (ya da Slavlar), artık Avrasyalıdırlar. Yani Rusya’nın
Avrasya olması için, Türk, Moğol ve Fin-Ugor kökenli halkların katılımına
ihtiyaç yoktur[21]. Böyle bir görüş, 1920’lerde yaşayan klasik Avrasyacılık
anlayışına zaten aykırı gelmemektedir. Adı geçen klasikler, bütün Rus devletinin
değil, tek başına Rus halkının da ‘iki-taraflı’ olduğunu, ‘Slav-Turanlı’
tabiatını sıkça vurgulamışlardı. Bu da, Kojinov’unkine benzeyen yorumların
kolaylıkla yapılabilmesine imkan veriyor[22]. Bu, durumun ikinci tarafıdır.

Avrasyacılığı potansiyel olarak tehlikeli kılan bir başka etken de vardır.
Avrasyacıların Rusya’nın Batı karşısında ayrı bir medeniyet olması ve Batı
medeniyetinin değerlerinin evrensel olmadığı iddiası, akademik tartışma
çerçevesinde haklı olabilir. Fakat Avrasyacı bir partinin iktidar olması
düşünülürse, o parti ya da grup, sözkonusu ilkelere dayanarak, ‘yabancı’ ve
‘düşman’ diye ilan ettikleri Batı medeniyetinin, insan hakları gibi
‘uydurmalarını’ kolaylıkla reddedebilir[23]. Bunun da, değil milli azınlıklar,
çoğunluğu teşkil eden Ruslar için bile hangi sonuçlara yol açabileceği açıktır.
Bu kadar aşırı uçlara gitmeden dahi, şunu fark etmek kolaydır: Avrasyacıların
Batı aleyhtarı sloganları iktidar tarafından uygulandığı takdirde, Rusya’nın
içine kapanmasına yol açabilir. Bu ise, dış dünya ile teması önde gelen ihtiyaç
ve vazifelerinden biri bilen Tatar milliyetçileri açısından milletlerinin
geleceğine son derece zarar verecek bir durumdur.

Durumu iyi betimleyebilmek amacıyla, Avrasyacılığın bir başka – İslami –
versiyonu tekrar zikredilmelidir. Mesela, yukarıda adı geçen İslami Yeniden
Doğuş Partisi’nin önderlerinden ve “Tevhid” merkezinin başkanı olan Haydar Cemal
(kendisi Azeri, Şii olup Moskova’da oturuyor), Rusya’nın misyonunu, yakın
gelecekte Müslüman bir ülke olmak, bütün Avrasya ve İslam alemine rehberlik
ederek ‘Atlantizm’e karşı mücadele etmek şeklinde vaaz etmektedir. Bunun, pek
çok Rus tarafından olumlu karşılanacağı şüpheli olduğu halde, Rusya’daki bazı
Müslüman dini liderler ile Rus milliyetçileri arasında bir nevi yaklaşma
temayülü de gerçekten ortadadır. Hem adı geçen Haydar Cemal, hem de bazı başka
radikal İslamcılar, 1991-1993 yıllarında etkili bir Rus milliyetçi gazetesi
‘Den’ (‘Gün’)’in sayfalarında sıkça görünüyordu; dahası, bu dönem içinde ‘Den’
gazetesinin ‘Slav-İslami Akademi’ adı altında süreli bir bölümü bile vardı[24].
Benzer fikirler, zaman zaman radikal dincilikten uzakta duran bazı Tatar
milliyetçileri tarafından da ifade edilmektedir. Mesela, VTOTs’un ortak
başkanlarından olan Farit Urazaev, ‘Avrasyalı’ halkların arasında, bir nevi
birliğin mevcut olduğunu itiraf ederek, Müslüman-Türk halkların, Avrasyacılık
projesinin gerçekleştirilmesine önderlik etmeleri gerektiğini söylemektedir
(Ruslar şu an bu rolü oynama kabiliyetinden yoksundurlar)[25].

Gördüğümüz gibi, Avrasyacı sloganlar, ister Komünizm, ister Rus milliyetçiliği,
ister radikal İslamcılık olsun, herhangi bir ideolojiye kolaylıkla
eklemlenebiliyor. Avrasyacılığı potansiyel olarak tehlikeli hale getiren de bu
ideolojinin şekilsiz yapısıdır. Rusya’da milliyetçi eğilimli otoriter ya da
totaliter bir rejimi tesis etmeyi hedefleyen herhangi bir diktatörlük,
faaliyetlerini haklı göstermek için Avrasyacılığa kolaylıkla eklemlenebiliyor.
Bir anlamda, Avrasyacılığa “kökü olmayan köktencilik” denilebilir. Örnek olarak,
İslami köktendincilik, Batı’nın değerleri ile sosyal standardlarını reddederken,
onların yerine kendi değerleri ve kurallarını (kendi yasal sistemi dahil) ileri
sürmektedir. Oysa Avrasyacılık, Batı’nın Ruslara ‘yabancı’ olan değerlerini
reddettikten sonra, onların yerine, herhangi bir liderin hayal edebildiği
şeylerin icad edilmesine ve uygulanmasına imkan vermiş oluyor. Bunun da bütün
sırrı, ‘Avrasyalı’ halkların ortak gelenek ve değerlerinin, adeta
bulunmamasından kaynaklanmaktadır. Bütün bunlardan dolayı, ister mutedil ister
radikal olsun çoğu Tatar milliyetçi ideoloğu, Avrasyacılığı sert bir biçimde
tenkit etmektedir.

2. ‘Altın Orduculuk’ ve ‘Bulgarcılık’:

Tatar tarihine iki bakış, millet kurmanın iki projesi
Modern Tatarların Kazan Hanlığı’ndaki Müslümanların doğrudan varisi olduğunu,
bugün hem Tatar tarihçileri hem de sıradan insanlar kabul etmektedirler.
Etnografik açıdan bu, az çok doğrudur. Gerçi Tatar halkının oluşumu, yani bazı
Fin ve Çuvaş kökenli toplulukların Müslümanlaşma ve Tatarlaşma süreci, Kazan
Hanlığı’nın yıkılmasından sonraki yüzyıllarda da devam etmişti. Kazan
Hanlığı’nın Müslüman kısmının, Kazan Hanlığı bağımsızken etnik açıdan bir bütün
olmadığı varsayımı dahi ileri sürülebilir. Bu halkın bir bütüne dönüşerek Tatar
kültürü ile milli şuurunun oluşmasının, yüzyıllarca dinleri farklı Ruslarla yan
yana yaşamanın, Rus devleti ile kilisesinin Ruslaştırma ve Hiristiyanlaştırma
siyasetine beraberce direnmenin sonucunda gerçekleşmiş olabilir.

Şurası da bir gerçektir ki, kesinlikle Bulgar kökenli olmayan birkaç topluluk
(Astrahan Türkleri, Mişerler, bir de Batı Sibirya’da yaşayan ve sıkça ‘Sibirya
Tatarları’ adıyla geçen üç Müslüman Türk topluluğu), Kazan Tatarları ile ancak
19. yüzyılda bir bütün millet olarak birleşmişlerdi. Bu olgu Tataristan’da çok
iyi bilinmektedir. Bütün bunlardan çıkan sonuç şudur: Modern Tatar milletini
Kazan Hanlığı’nın halkıyla yüzde yüz özdeşleştirmek yanlış bir yaklaşımdır.
Fakat yine de, Kazan Hanlığı halkının modern Tatar milletinin temeli olduğu bir
gerçektir. Kazan Hanlığı tarihinin, kesinlikle ‘kendilerinin’ olduğunu bütün
Tatarlar hiç şüphesiz kabul etmektedirler.

Buna karşılık, Kazan Hanlığı öncesi dönemin başka iki safhası
konusunda aynı şekilde fikir birliği yoktur. Söz konusu tarih safhalarının,
Tatar halkının oluşumunda etkin rol oynadıkları sıkça ileri sürülür. Bu dönemler
Bulgar Devleti ile Altın Ordu dönemleridir. Tatar aydınları bakımından bu
konudaki ciddi bir fikir ayrılığı, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl sınırında
ortaya çıkarak 20. yüzyıl boyunca Sovyet Tatar tarihçileri arasında devam
etmişti[26] ve şu ana dek devam etmektedir[27]. Önemli olan şu ki, Tatar
tarihine ‘Bulgarcı’ ve ‘Altın Orducu’ yaklaşımların arasındaki farkın bilimsel
boyutuyla beraber, iki farklı millet kurma projesi ile bağlantılı olduğu ve her
ikisinin de çok ciddi siyasi sonuçlara yol açabileceği de bir gerçektir.
Meselenin hem bilimsel hem de siyasal boyutu aşağıda tartışılacaktır.

Modern Tatarlar ile eski Bulgarlar arasında tarihsel bir bağ, varislik
münasebeti mevcuttur. Öncelikle, bugün ‘Tatar’ diye adlandırılan halkın çoğunun
20. yüzyılın başlarına kadar kendilerine ‘Bulgar’ dedikleri biliniyor[28].
İkincisi Tatar folklörünün bir kısmının Bulgar döneminden geldiği de bir
gerçektir[29]. Üçüncüsü Bulgar Devleti, Orta İdil bölgesindeki tek Müslüman
devletti. Modern Tatarlar da söz konusu bölgede yaşayan tek Müslüman
millettirler[30]. Altın Ordu’nun dağılmasından sonra ortaya çıkan Kazan
Hanlığı’nın, eski Bulgar Devleti’nin sınırında kurulması da, Kazan Tatarlarının
öncelikle Bulgar soyundan geldiğini ispatlamışa benziyor. Dolayısıyla, modern
tarihçilerden bazıları, modern Tatarların eski Bulgarların doğrudan varisleri
olduğu, Kazan Hanlığı, Altın Ordu ve Rus/Sovyet idaresi dönemleri içinde çok az
değişime uğradığı iddiasında bulunmaktadırlar[31].

Aynı zamanda, 13. yüzyıldaki Moğol istilasından sonra, Orta İdil
bölgesinin etnik yapısında oldukça ciddi değişimlerin yer aldığı, öncelikle
bölgeye güney bozkırlardan Kıpçak göçebelerinin geldiği unutulmamalıdır. Göze
çarpan en önemli olgu ise modern Tatarca’nın, Türkçenin Bulgar dalına değil
de[32] Kıpçak dalına mensup olmasıdır. Aynı zamanda, antropolojik açıdan
Tatarların çoğu, Kıpçakça konuşan diğer Türklerden (Kazaklar, Nogaylar,
Başkurtlar gibi) çok farklıdırlar. Dahası Tatar destanları içinde, Altın Ordu
ile ilişkili olanları da vardır[33]. Bütün bunlar, günümüz Kazan Tatarlarının
etnik bir topluluk olarak Altın Ordu döneminde[34] oluştuğu hipotezini
desteklemektedir.

Önemli olan şu ki, Tatar tarihine ‘Bulgarcı’ ve ‘Orducu’ yaklaşım, Tatar
halkının kökleri konusundaki bilimsel bir tartışma olmaktan ziyade, öncelikle
‘altın çağ’ ve ‘ideal anayurt’ konusundaki arayışlarla ilgili ve birbiriyle
rekabette bulunan iki mittir. Bu iki mitin her birinin de, baskın çıktığı
takdirde, gelecekte çok ciddi siyasi sonuçlar doğurabileceği de çok önemli bir
gerçektir. İki mitin her biri de Tatarların milli onur açısından kendilerini
ifade biçimlerini, Ruslar ve Rus devletiyle münasebette kendilerini nasıl
gördüklerini yansıtmaktadır. Her iki mitin, hem psikolojik açıdan çekici
tarafları hem de potansiyel sonuçları aşağıda tartışılacaktır.

‘Bulgarcı’ yaklaşım, Tatarların kendilerini 8. yüzyıldan gelen eski devletçilik
geleneğine sahip, eski ve yüksek kültürlü bir millet hissetmeleri imkanını
sağlamaktadır. Dahası Tatarlar, ‘Bulgar’ ismini takınarak, Rus halkının eski
istilacıları ve ezicileri lakabından kurtuluyorlar. Ortaçağdan beri Ruslar İdil
Tatarlarıyla, 13. yüzyılda Rus beyliklerini istila eden Moğolları birbiriyle
karıştırıyordu, yani her ikisini Tatar olarak mütalaa ediyordu. Ortaçağda
hanedan bağlarının, halkın etnik yapısından daha önemli olduğu düşünüldüğünden,
Altın Ordu’dan, yani Cengiz Han’dan gelen iktidardaki Kazan Hanlığı’nın, Ruslar
tarafından Altın Ordu’nun ve Moğolların doğrudan varisi olarak algılanmasına
sebep olması şaşırtıcı değildir. Bugün de bazı Tatar milliyetçilerinin iddiasına
göre Tatar adı, yıkılan Kazan Hanlığı’nın halkı için Rus çarlarınca yapay bir
şekilde empoze edilen bir addır[35]. Bunun sebebi de, Kazan istilasını ‘haklı’
bir intikam olarak göstermek istemeleridir. ‘Bulgar’ teriminin, halk tarafından
kullanıldığı halde, resmi Rus belgelerinde hiçbir zaman geçmemesi, böyle
varsayımlara zemin hazırlamış gözüküyor. Gerçi bu durum ispatlanmış değildir.

Bugün de Rus toplumu içinde yaşayan Tatarlar için milletlerinin adıyla ilgili
esas sorun şudur: Sovyet historiyografisi genellikle Rus-merkezli olduğundan,
modern Rusya’daki halkın büyük çoğunluğu, önceki SSCB ve modern Rusya
Federasyonu’ndaki Rus olmayan azınlık halkların tarihlerinden tamamen
habersizdir. Dahası, Rus ve Sovyet historiyografisi tarafından kurulan Altın
Ordu imajı, son derece olumsuzdur. Sonuç olarak, Rus halkının kitle bilincinde
‘Tatar’ kelimesi, üç yüz yıllık ‘Moğol-Tatar boyunduruğu’nu çağrıştırmış oluyor.
Genellikle ‘Tatar’, kötülüğün simgesi olarak algılanmaktadır[36]. Bütün
bunlardan dolayı, Ruslar arasında yaşamak ve Rus okullarında okumak zorunda
kalan pek çok Tatar, çocukluğundan başlayarak Rus toplumunun empoze ettiği
‘tarihsel suç’ baskısı altında yaşamakta ve bazen oldukça ciddi psikolojik
sorunlar yaşamaktadırlar. Tatarlar, ‘Bulgarcı’ yaklaşıma göre ‘Tatar’ adı yerine
‘Bulgar’ adını kabullenerek, hem mezkur problemden kurtulmuş hem de kendilerini
eski, yüksek bir medeniyeti olan bir millet olarak görme imkanına kavuşmuş
olacaklardı[37].

Buna alternatif olan ‘Orducu’ yaklaşıma göre, Tatar tarihindeki hakiki
‘altın çağ’, Altın Ordu dönemiydi. Bulgar dönemi ise, Tatar milletinin
‘çocukluk’ dönemiydi. Altın Ordu imparatorluğunu kuran, asılında İdil Bulgarları
değil, onların topraklarını 1234’te zapteden Moğollardı. Ancak, fatihlerinden
kültürce daha yüksek olan Bulgarlar, bir süre sonra Altın Ordu devleti içinde
önemli roller oynamaya başlamışlardı. Dahası, Bulgarların modern Tatarların tek
ataları olmadığı ve Tatar halkının oluşumunun ancak Altın Ordu döneminde
tamamlandığı (yukarı bkz.) versiyonu kabul edildiği takdirde, Tatarların Altın
Ordu’yu ‘kendilerinin’ devleti olarak algılaması için bütün engeller ortadan
kalkmış olacaktır.

Bir yandan bu, Tatarları Rusların ilkokuldan itibaren nefret ettikleri
‘Moğol-Tatar’ bağını inkar etme imkanından mahrum etmektedir. Fakat şu da bir
gerçektir ki, modern Rus toplumunda – en azından tarihle ilgilenen Rus aydınları
arasında - yaygınlaşmakta olan Avrasyacı görüşler (öncelikle yukarıda adı geçen
Lev Gumilev’in sayesinde), Altın Ordu aleyhtarı klişelerin giderek zayıflamasına
neden olmaktadır. Bundan dolayı, Rus halkının Altın Ordu sayesinde korunmuş
olduğu hipotezi kabul (yukarı bkz.), Tatarlara kendilerini Ruslarla beraber
Rusya’nın kurucularından sayma imkanını bile sağlamaktadır. Bütün bunların
dışında, Tatar tarihinin ‘Orducu’ versiyonu, modern Tatar milletini teşkil eden
bütün toplulukların bir nevi ‘ortak geçmişe’ sahip olmasını da sağlamış
oluyor[38].

Yukarıda kısaca tanımlanan iki yaklaşımın yol açacağı siyasi sonuçları
tartışmaya geçmeden önce, şu iki noktanın tam ve doğru anlaşılması lazım:
Öncelikle, son dört yüzyıl içinde Rus idaresinde ve Ruslarla yan yana
yaşamalarından dolayı, Tatarların milliyetçiliği muayyen anlamda
Rus-merkezlidir. Zamanında Rusların milli bilincinin bugünkü biçimini alması
için Batı’ya karşı ressentiment ve genellikle, Rusya’nın Avrupa ile münasebeti
meselesi ne kadar halledici bir rol oynadıysa[39], aynı şekilde Tatar
milliyetçiliği için anahtar olan nokta da Tatarların Ruslara ve Rus devletine
münasebetidir.

İkincisi, Tatar milli bilinci için en ‘sıcak’ mesele, milli onur meselesi, yani
Ruslarla her anlamda eşitlik hissi meselesidir. Tatar halkının yüzyıllarca
ezilmiş bir millet halinde yaşaması, bu durumun tek nedeni değildir. Diğer bir
neden ise, St.Petersburg’dan Doğu Sibirya’ya ve Vorkuta’dan Hazer denizine kadar
saçılan bir millet için ortak ekonomik menfaatlerden bahsetmenin güç olmasıdır.
Daha doğrusu, bütün Tatarlar için önemli olan ekonomik ve sosyal sorunlar, bütün
Rus vatandaşları için de geçerlidir. Yani böyle sorunların Tatar
milliyetçiliğiyle bir ilişkisi yoktur. Bundan dolayı Tatar milletine seslenmek
isteyen herhangi bir siyasetçi veya bir grup, millettaşlarının öncelikle
kültürel, manevi ve ruhsal ihtiyaçları üzerine yoğunlaşmak zorundadır.
Yukarıdakileri özetleyerek diyebiliriz ki, eşitlik hissini mümkün olduğu kadar
geliştirirken, aynı zamanda olabildiğince az ‘toplumsal bedel’ ödeten bir
ideoloji, Tatarlar için çekici olacaktır.

Bütün bunları hatırda tutarak, ‘Bulgarcılık’ ve ‘Orduculuğun’, hem güçlü hem de
zayıf yönleri incelenebilir. Önemli olan noktalar şunlardır: Birincisi, söz
konusu iki yaklaşımın Tatarlara milli gurur hissini kazandırarak, onların
kendilerini olumlu bir şekilde algılamalarını sağlamasıdır. İkincisi, bu
yaklaşımların Tatarların Ruslarla ve Rus devletiyle münasebetlerine nasıl
yansıdığı ve üçüncüsü Tatar milletinin şuurunu geliştirme açısından hangi
imkanları sağladığı noktalarıdır.

‘Milli gurur’ açısından ‘Bulgarcılık’ ve ‘Orduculuğun’ potansiyelleri birbirine
eşit gözüküyor. ‘Bulgarcılık’, Tatar (ya da Bulgar) tarihinin resmi versiyonu
olarak kabul edildiği takdirde, Tatarların tarihini ‘uzatmış’, ‘derinleştirmiş’
oluyor. Dahası, modern Tatarların atalarının 7-8. yüzyıllardan başlayarak kendi
devletlerine sahip olduğu düşüncesi, Tatarların bugün de kendi devletine sahip
olma hakkı bulunduğu hissini pekiştirebilir. ‘Orduculuk’ açısından ise, Tatar
tarihinin ‘daha kısa’, Tatar milletinin ‘daha genç’ olmasıyla birlikte, ‘şanlı
geçmiş’ dönemi, bugüne daha yaklaşmış olmakta ve ihtişamını sürdürmektedir[40].
Bundan dolayı, kendilerini Altın Ordu ile özdeşleştirdiği takdirde Tatarlar, bir
zamanlar Ruslara hakim olduklarını dahi düşünebilmektedirler.

Tatarların Ruslarla ve Rus devletiyle münasebetlerine gelince, bir yandan,
‘Orduculuk’, ‘Bulgarcılığa’ nispetle, daha çok konformist olmayan bir yaklaşım
gibi gözüküyor (‘Biz Tatarız ve bununla iftihar ediyoruz!’). Fakat aslında,
‘Orduculuk’, Ruslara ve Rusya’ya karşı çok daha barışçı bir ideoloji
olabilmektedir. Buradaki önemli bir nokta, ‘Orducu’ yaklaşımın Tatarlara
Rusya’nın ortak kurucuları statüsünü verebilmesidir. Tatarların, militan Rus
aleyhtarlığını kabullenmeye hazır olmayan kısmı için bu görüş, çok çekici
olabilir. ‘Orducular’, Rusya’dan ayrılmaktan ziyade, Rus devleti içinde kalarak,
Ruslarla eşitliği sağlama sorunuyla daha ilgili olabilir[41]. Tarihsel geçmişi
nasıl algıladıklarına gelince, Kazan Hanlığının Ruslar tarafından yıkılmasını
bile az çok sakin karşılayabilmektedirler[42]. ‘Bulgarcı’ görüş ise, değil Rus
istilasını, Altın Ordu’nun kurulmasını dahi olumsuz algılamakta, Tatar ilkokul
ve ortaokul öğrencilerinde bir nevi ‘kurban millet’ kompleksinin gelişmesine yol
açabilmektedir.

‘Bulgarcılık’ ile ‘Orduculuğun’ rekabeti, Tatar halkının ‘ideal anayurdunu’
arayış meselesiyle de sıkı bir biçimde ilişkilidir. ‘Bulgarcı’ yaklaşım
açısından Tatarların ‘ideal anayurdu’, Tataristan Cumhuriyeti ve ona komşu
birkaç il sınırına, böylelikle, Rusya Federasyonu’na ‘sığdırılmış’ oluyor.
Modern Tatar milletinin Altın Ordu’nun varisi olduğu kabul edildiği takdirde,
‘ideal anayurdu’ güneyde Hazar Denizine ve doğuda Doğu Sibirya’ya kadar uzanmış;
Tatar tarihinin, en azından Kazak, Özbek ve Nogay Türklerinin tarihleriyle sıkı
ve koparılamaz bağları olduğu vurgulanmış olmaktadır[43]. Siyasi sonuçlara
gelince, bir yandan, ‘ideal anayurdun’ bu kadar ‘genişlemesi’, Tatar milli
hareketi için nihai amacın Rusya’dan ayrılarak bağımsız bir devlet kurup
kurmamak olduğunu (daha doğrusu, olamamasını) düşündürüyor[44]. Öbür yandan,
böyle bir amaca ulaşma şansı, Tatar milliyetçileri hangisini (ister
Bulgarcılığı, ister Orduculuğu) tercih ederse etsin, son derece düşüktür. Aynı
zamanda, ‘Orducu’ görüş, siyasi bağımsızlık ülküsünü bugünün gündeminden
kaldırabilmesiyle beraber, Tatar milliyetçiliği için farklı seçenekler
sağlamaktadır. Öncelikle, ‘Orduculuk’ Tatar tarihini diğer Türki milletlerin
tarihlerine sıkı bir biçimde bağlayarak, Tatar tarihinin Rusya tarihi içinde
‘eritilmesini’ engellemekte ve Tatar milli kimliğine kendiliğinden Pan-Türkist
bir eğilim vermektedir. Öbür yandan, ‘Orducu’ bir perspektiften bakıldığında,
Tatar milliyetçiliğinin, Avrasyacılığın içindeki radikal Rusçu olmayan akımlarla
bile uzlaşmasına yol açılmaktadır. Bütün bu imkanların, Tatar milliyetçiliğini
daha da etkinleştireceği şüphesizdir. Türkçülük ile Avrasyacılığın mutedil
kanatları arasındaki uzlaşma perspektifi de bir gün gerçekleşerek, beklenmedik
imkanları açabilir.


5. Gelecekteki gelişme varyantları

Siyasi olaylar ve ekonomik gelişmeler dışında, diğer bir önemli etken, Rusya’nın
gelecekte kendi milliyetini kurmak için hangi modeli seçeceğidir. Demokratik
gelişme çerçevesinde bile, en azından iki seçenek vardır. Etnik yapısı açısından
karışık olan Rusya’nın, ya İngiliz-İskoç tipindeki sivil millet kurma
projesini[45], ya da Fransız/Amerikan tipindeki asimilasyoncu projeyi uygulamak
seçeneği vardır. Asimilasyoncu model, bazı modern Rus liberalleri tarafından
savunulmaktadır. Batı’da popüler olan Ernest Gellner[46] ya da Benedict
Anderson[47] kuramları gibi kurgucu (constructivist) milliyetçilik kuramlarını
benimseyerek, bu kuramcılar, milliyeti vatandaşlıkla özdeşleştirmekte, Rusya’da
mevcut olan etnik federalizm sistemini şiddetli bir şekilde eleştirmekte ve bu
sistemin toplumu ve ülkeyi parçalamaya sürükleyeceğini ileri sürmektedirler.
Mesela, Rus Bilimler Akademisi’nin Etnoloji ve Antropoloji Enstitüsü’nün müdürü
Valeriy Tişkov, Rusya anayasasında geçen ‘Rusya’nın çok milletli halkı’
ibaresini ortadan kaldırarak, onun yerine ‘çok halklı milleti’ ibaresini
kullanmayı ve böylelikle Rusya’daki azınlıkların ‘milletler’ olarak anılmasını
dahi engellemeyi önermektedir[48]. Rusya’daki etnik federalizm sisteminin
onyıllarca işlemiş ve düzenlenmiş olduğu, modern Rusya azınlıklarının oldukça
gelişkin milli bilinçlere ve modern seçkinlere (modern elites) sahip olduğu göz
önünde tutulursa, yukarıda tarif edilen yaklaşımın uygulanmasının Rusya
koşullarında öngörülmez sonuçlara yol açacağı açıktır.

Yukarıda değinilen dışsal etkenlerin yanı sıra, Tataristan’ın geçirdiği siyasal
süreçler de, öncelikle cumhuriyette yaşayan Tatarlar ile Ruslar arasındaki
münasebetleri, hem Tataristan Cumhuriyeti’nin hem de bütün Tatar milletinin
geleceğini etkilemektedir. Son yıllardaki en ilginç temayüllerden birisi, sivil
ya da quazi-sivil ‘Tataristan halkı’ kavramının ortaya çıkmasıdır. Söz konusu
terim, 1990’ların başında siyasal bir ‘uydurma’ kavram olarak kullanılmaya
başlamıştı. Nedeni ise, Tataristan hükümetinin Moskova ile bağımsızlık ya da
geniş otonomi için mücadelesi esnasında yalnız Tatarların değil de,
Tataristan’da yaşayan bütün insanların sempatilerini çekmeye ihtiyacı olmasıydı.
Böylelikle, Tataristan’ın ‘müstakilliği’, ‘Tataristan’ın çok milletli halkı’
adına ilan edilmiş[49] ve buna da öncelikle ekonomik kanıtlar getirilmişti. Bu
kavram, başlangıcında pek ciddi algılanmadığı halde, şurası bir gerçektir ki,
Tataristan’da yaşayan Rusların 1/3’inden fazlası, cumhuriyet hükümetinin yerel
kaynakları denetim hakkını gerçekten desteklemektedir[50]. 1992 referandumunda
ise, yerel Rusların bir kısmı, cumhuriyetin müstakilliği lehine hatta
uluslararası hukukun nesnesi olabilme lehine bile oy vermişlerdi. Bugün de
Tataristan’daki Rusların nerdeyse % 50’si, iki kere vatandaşlık kimliğine sahip
olarak, kendilerini yalnız Rusya’nın değil, Tataristan’ın da vatandaşları
saymaktadırlar[51]. Bu temayülün ilerlemesi halinde, sonuçları hem enteresan hem
de öngörülmez olabilir. Bir yandan böyle bir gelişim, Tataristan’ı ‘küresel
toplum’, yani dış dünya ile doğrudan temasa hazır olan kendine yeterli bir
toplum haline getirebilir; örnek olarak, modern Quebec anılabilir[52].
Böylelikle, Tataristan’ın Moskova ile mücadelesinde cumhuriyetin konumu
pekiştirilmiş olabilir. Yine de aynı temayül, Tataristan’lı Tatarlar ile kendi
cumhuriyeti dışındaki Tatarlar arasındaki farkı daha da derinleştirebilir. Oysa
şu anki durum, gelecek konusunda kesin hüküm verebilecek kadar açık değildir.

Nihayet, bütün nesnel – ekonomik ve siyasal, – etkenlerin dışında, öznel
etkenler de Tatar milletinin gelişimi için son derece önemlidir. ‘Öznel
etkenler’ derken, öncelikle Tatar aydınları arasında yer alan ve bu yazıda
tartışılmış olan fikir mücadelesinden bahsediyoruz. Öncelikle anlaşılıyor ki,
bir toplumun kendi tarihini algılayışı, o toplumun hem modern dünyadaki yerini
aramasını hem de kendi geleceğini nasıl kurabileceğini doğrudan etkilemektedir.
Bir diğer önemli nokta, tarih bilimi, öznel yaklaşımlar için yer bırakabilen
bilimler arasında belki en öznel olanıdır. Tarihsel incelemelerde öznel bir
algılama veya seçenek imkanı, sıkça mevcut olmaktadır. Böyle öznel bir seçeneğin
meydana getirebileceği nesnel sonuçlar, bilim sahasının sınırını aşarak,
toplumun hayatı için pratik bir öneme sahip olabilir. Kendi milletinin tarihini
yazarak, onun milli bilincinin kalıplaşmasını etkileyen ve böylelikle
gelecekteki gelişimini muayyen bir anlamda ‘programlayan’ aydınlar, aslında, az
sayıdaki şahıslardır. Böyle şahıslara düşen sorumluluğun ne kadar büyük olduğu
açıktır. Modern Tatar milliyetçiliğinin durumu ise bu gerçeklerin klasik bir
örneğidir.







[1] Şunu ayrıca kaydetmek lazımdır ki, bu yazıda ‘milliyetçilik’ (‘nationalism’)
ve ‘milliyetçi’ (‘nationalist’) terimleri, manevi bakış açısından otomatikman
olumlu ya da olumsuz olan bir anlamı taşımamaktadır.
[2] Söyleşi yaptığım bir kişi dediği gibi, ‘Yılına birkaç kere takke giydiğimde,
kendimi bir Tatar hissederim’.
[3] Lehmann, s.90
[4] “Tezisı platformı VTOTs. Proekt.” [VTOTs Platformunun Tezleri. Proje.],
Millät, Ocak 1991. – VIII. Kısım.
[5] R.Safin, “Milli xäräkät häm din” [Milli hareket ve din], Tatar milläte:
utkäne, bügengese, kiläçäge [Tatar milleti: geçmişi, bugünü, geleceği] (Kazan,
1997), s. 95.
[6] Mesela, Kosova’daki 1998 savaşı esnasında Tatar radikalleri NATO’nun
Yugoslavya bombardımanını açıkça desteklemişlerdi.
[7] R.Hakimov, Sumerki imperii [İmparatorluğun alaca karanlığı/akşamı (The
Twilight of the Empire)] (Kazan, 1993), s. 46.
[8] R.Safin, “Milli xäräkättä “öçpartiyälelek”, yäki möstaqıyl däwlät tözü öçen
bezgä ni citmiy?” [“Milli harekette “üçpartililik”, ya da bağımsız devlet kurmak
için bize ne yetmiyor?”], Mädäni comğa [Kültürel Cuma], Kasım 21, 1995.
[9] “Tezisı platformı VTOTs. Proekt.” [VTOTs Platformunun Tezleri. Proje.],
Millät [Nation], Ocak 1991. – V. Kısım.
[10] D.İshakov, Problemı stanovleniya i transformatsii tatarskoy natsii [Tatar
milletinin kuruluş ve evrimi problemleri] (Kazan, 1997), s. 188.
[11] Üstelik, 20. yüzyıl başlarında bir ortak Türk devletine birleşme ülküsü,
öncelikle Rus-Bolşevik sömürgeciliğinden kurtuluşla birdi. 1991’de beş tane Türk
cumhuriyeti bağımsızlığına kavuştuktan sonra ise, aynı ülkü (yeni devletlerin,
öncelikle, iktidar başındaki elitleri için, ve büyük ölçüde halkları için de),
geriye adım atmakla bir gözükmektedir.
[12] Jacob M. Landau, Pan-Turkism: from Irredentism to Cooperation, (London:
Hurst & Company, 1981), s. 4.
[13] “Tezisı platformı VTOTs. Proekt.” [VTOTs Platformunun Tezleri. Proje.],
Millät [Nation], Ocak 1991. – X. Kısım.
[14] İshakov, s. 211.
[15] Sergey Puşkin, “Yevraziyskie vzglyadı na tsivilizatsiyu” [Medeniyet üzerine
Avrasyacı görüşler], Sotsis, No.12 (1999), s. 24.
[16] Petr Savitskiy ile Lev Gumilev, 1945 ile 1956 yılları arasında, Sovyet
çalışma kampında tanışmışlardı.
[17] Etnogenez i biosfera Zemli [Etnojenetik süreçler ve Yerin biyosferi],
Leningrad, 1989; Drevnyaya Rus i velikaya step [Eski Rus ve Ulu Step], Moskova,
1992; Drevnie tyurki [Eski Türkler], Moskova, 1993; Ot Rusi k Rossii [Rus’tan
Rusya’ya], Moskova, 1992.
[18] Gumilev’e göre, Moğolların eski Rus beyliklerini tabi etmedikleri takdirde,
Rus toprakları Alman haçlıları tarafından kaçınılmaz bir biçimde zapt edilip,
Rus halkı ya fiziken yok edilecek, ya da zorunlu olarak Katolik yapılaca, yani
kimliğini yitirmiş olacaktı. Dahası, Altın Ordu’nun ortaçağ Ruslarına empoze
ettiği bazı sosyal müesseseler (düzenlenmiş kanunlar, epey gelişmiş kara yolları
sistemi, umum halk sayımına dayalı merkezleşmiş vergi sistemi), o zamanki batı
Avrupa’ya nispetle epey öncüydü.
[19] Yine de, çoğu Tatar Gumilev fanatikleri, O’nun ‘Rus’tan Rusya’ya’ (Ot Rusi
k Rossii) adlı son kitabını okumamışa benziyorlar. Kitapta, Rusların doğuda
yaptıkları bütün fütuhatlar (Kazan hanlığının istilası dahil) genellikle haklı
gösterilmiş oluyor. Kazan’ın yıkılmasına gelince, Avrasya tarihinde halledici
rolü oynayan bu olaya, kitapta bir tek paragraf hasrediliyor ve önemli olan
birçok olgu ve detay asla zikredilmemiş kalıyor.
[20] Rus tarihinin daha geleneksel versiyonuna göre, Altın Ordu, Rus
medeniyetini harap ederek, Rusya’nın gelişmesini yavaşlatmış ve, böylelikle,
Avrupa’dan geri kalışının esas nedenlerinden biri olmuştu. Altın Ordu hakimiyeti
dönemi, Rus tarihinde ‘Moğol-Tatar boyunduruğu’ adıyla bilinmektedir.
[21] Veçe, No.50, 1993, p.31. Tabii ki, V.Kojinov, Rusya Federasyonu’nun bütün
Rus olmayan halklarının fiziken yok edilmesi ya da tehcir edilmesi gerektiğini
savunmamaktadır. Yine de, Avrasyacılığın Rus olmayanlar için en çekici olan
yanı, yani Rusya’nın sadece ulusal azınlıklarıyla birlikte tam Rusya olduğu
görüşü, inkar edilmiş oluyor. Müellifin bunu kasten söylemek isteyip
istemediğinden kati nazar, ifade ettiği görüşlerin mantıki devamı olarak,
Rusya’nın refahı için Rus olmayan halkların kültürlerini korumaya hiç lüzum
olmadığı sonucuna kolaylıkla gelinebilir.
[22] Halledici etken, bizce, şudur: Avrasyacılığın ortaya çıktığı ve geliştiği
1920-1930’lu yıllarda geçmişteki Rusya İmparatorluğu’nun nerdeyse bütün
milletlerini kapsayan SSCB halen yaşamaktaydı. O yüzden klasik Avrasyacılar, Rus
olmayan halkların varoluşunu unutmamak zorundaydılar. Aksine, etnik Rusların
halkın % 80’ini teşkil ettiği modern Rusya koşullarında, Rus milliyetçileri için
kendi milletini kendine yeterli saymak çok daha çekici olmaktadır.
[23] Rus olmayan milletlerin kendi mukadderatını tayin etme hakkı gibi ‘yabancı’
şeyler ise, söz konusu bile olamayacağı açıktan açıktır.
[24] Malashenko, s. 199-200.
[25] Farit Urazaev, “Yegerme berençe ğasırğa säfär” [21. yüzyıla yolculuk],
Tatar milläte: utkäne, bügengese, kiläçäge [Tatar milleti: geçmişi, bugünü,
geleceği], s. 64.
[26] Asılında, 1946’dan sonraki dönem içinde ‘Bulgarcı’ bakış açısı tek ‘meşru’
görüş olarak kabul ediliyordu. Tatar tarihinin Altın Ordu ile bağlı dönemi ise,
az önceye kadar yarı-resmi bir tabu altında kalıyordu. Altın Ordu ile bağlı
herhangi tarihsel hatıralar, ‘milliyetçi’ ve ‘Rus aleyhtarı’ sayılıyordu. Bundan
görünüyor ki, Sovyet historiyografisinin ideologları, kesinlikle Avrasyacılardan
değillerdi.
[27] Azade-Ayşe Rorlich, The Volga Tatars: a Profile in National Resilience,
(Hoover Institution Press, Stanford University, 1986), s. 5-9.
[28] Bu, mesela, söz konusu dönemde yaşayan bir takım yazarların eserlerinde
(örneğin, Ayaz İshaki’nin ‘İki yüz yıldan sonra inkıraz’ gibi ilk eserlerinde)
görülüyor.
[29] Örnek olarak, Bulgarların 13. yüzyılda Moğol istilacılarına karşı
mücadelesini anlatan ‘Cik Märgän’ destanı verilebilir.
[30] İdil Bulgarlarının İslamiyet’i resmi din olarak kabul ettiklerinin 1100.
yıldönümü Rusya Müslümanlarınca yakında kutlanmıştı.
[31] Ebrar Kerimullin, Tatarlar: isemebez häm cisemebez [Tatarlar: ismimiz ve
özümüz], (Kazan: ‘Tatarstan’ kitabevi, 1991).
[32] Bulgar dalına mensup olup da, bugün yaşayan tek dil Çuvaşça’dır. Fakat
Çuvaşlar, hiçbir zaman Müslüman olmamışlardı. Büyük olasılıkla Çuvaş halkı, eski
Bulgarların, İslamiyet’i kabul etmeyerek, eski Bulgar Devleti’ni kurma sürecine
direk katılmayan bir yan dalından gelmedir.
[33] Mesela, Altın Ordu’nun son hanlarından birine hasredilmiş İdägäy destanı.
1940’ta Tatar şairi Näki İsänbät tarafından yayınlanan İdägäy, ‘gerici’ ve
‘milliyetçi’ bir destan lakabıyla resmen hükmedilmişti.
[34] Daha radikal bazı varsayımlara göre, Tarar halkı şimdiki şeklinde artık Rus
istilası sonrası dönemde oluşmuştur.
[35] ‘Tatar’ adı, asılında, Moğol kabilelerden birinin ismiydi. Moğollarla komşu
olan ve daha sonra Moğol istilasına uğrayan bütün halklar, bütün Moğolları
‘Tatar’ adıyla biliyordu. Ortaçağ Rus beylikleri, Altın Ordu’ya tabi olduğu
halde, ona direk katılmamışlardı. Ortaçağ Rusları için, Altın Ordu içinde
yaşayan bütün topluluklar, hepsi de ‘Tatar’dı. Benzer bir şekilde, ‘soğuk savaş’
yıllarında bütün SSCB halkları Batı’da ‘Russians’ adıyla biliniyordu.
[36] Rusya’da yaygın olan ‘Davetsiz bir misafir, Tatar’dan beter’ (Nezvanıy
gost’ huje tatarina) meşhur deyimi, buna bir örnek olabilir.
[37] 1990’ların başında Bulgar-ül-Cedid (‘Yeni Bulgar’ın Arapçası; Kazan
şehrinin eski adlarından biri) hareketi, milletin adının resmen değiştirilmesini
talep etmişti. Bazı ayrı şahıslar da iç pasaportlarında kaydolan milliyetin
tatarin (Tatar)’dan bulgarin (Bulgar)’a değiştirilmesini istemişlerdi. Fakat, bu
talepler yerine getirilmemişti.
[38] İster Mişärler, ister Astrahan ya da Sibirya Tatarları olsun, hepsinin de
toprakları zamanında Altın Ordu içindeydi. Aksine, Astrahan ve Sibirya
Tatarlarının tarihlerini, değil Bulgar Devletinin, Kazan Hanlığının tarihine
bile nasılsa ‘bağlamak’ çok güçtür.
[39] Liah Greenfeld, Nationalism. Five Roads to Modernity (Cambridge,
Massachusetts, London, England: Harvard University Press, 1992), s. 250.
[40] Eski Bulgar Devletine nispetle, Altın Ordu’nun kesinlikle daha büyük, daha
güçlü ve jeopolitik bakış açısından daha önemli bir imparatorluk olduğu
şüphesizdir.
[41] Mesela, Tatar basınında arada sırada Tatarca’nın Rusya’da ikinci devler
dili olarak tanınması gerektiği iddiasına rastlanabilir. Bunun gerçekçi bir
talep olmadığından ziyade, bizim için dikkat çekici olan şu ki, böyle talepler,
değil Rus milliyetçileri için, Tataristan’ın bağımsızlığının kesin taraftarları
için de asla kabul edilemez bir şeydir.
[42] Yani, hem önce Tatarların Ruslar üzerine hakim olmasını, hem de rollerin
sonradan değişmesini, ‘Avrasyalı’/‘Altın Ordulu’ bir bütünün içinde olup biten
olaylar olarak algılayabilirler. Böyle bir görüşün, ne kadar gerçekçi ve ne
kadar bir ‘avutmaca’ olduğu, ayrı bir meseledir.
[43] Modern Tatar milletini teşkil eden bütün toplulukların, bu takdirde 13.
yüzyıldan başlayan ‘ortak geçmişe’ sahip olmaları da, yukarıda dile
getirilmişti. Adı geçen toplulukların, Tatar milleti içindeki yüzdesi %10’dan
düşük olduğu halde, Tatar tarihinde önemli rol oynamış bir sürü (Yusuf Akçura,
Abdürreşit İbrahimov gibi) şahıslar bu ‘azınlıklara’ mensuplardı. Onların, Tatar
milletinin dışında bırakıldığı takdirde, Tatar milli ‘panteonu’ epey fakirleşmiş
olurdu.
[44] ‘Orducu’ versiyona göre Tatarların ‘anayurdu’ olan büyük bölgenin Rusya’dan
ayrılması, sırf teknik açıdan bile zorla hayal edilebilir. Aksine, tek başına
Tataristan Cumhuriyeti, hiç değilse siyasi bir bütünü teşkil ederek, prensip
olarak siyasi bağımsızlık talebinde bulunabilir, ve bulunmuştu.
[45] Milli azınlıklar için devlet şeklindeki (state-like) otonomi hakkını
sağlayan model. Rusya koşullarında bu projenin uygulanması, şu an mevcut olan
milli federalizm sistemini korumaktan başka bir şey değildir.
[46] Ernest Gellner, Nations and Nationalism, (Oxford: Blackwell, 1983).
[47] Benedict Anderson, Imagined Communities, (London: Verso, 1983).
[48] Valeriy Tişkov, “O natsii i natsionalizme” [Milliyet ve milliyetçilik
hakkında], Svobodnaya mysl’, No. 3 (1996), s. 36.
[49] Bu terim, Tataristan Cumhuriyeti’nin 1992’de kabul edilmiş Anayasası’nda da
kullanılmıştı. Az önce, federal merkezin baskısı altında, bu formül
Tataristan’ın Anayasası’ndan kaldırıldı.
[50] L.M. Drobijeva et al., Demokratizatsiya i obrazı natsionalizma v Rossiyskoy
federatsii 90-h godov [Rusya Federasyonu’nda demokratlaşma süreci ve
milliyetçiliğin imajları], (Moskova: Mısl, 1996), s. 87.
[51] Ibid., s. 378.
[52] Michael Keating, Nations against the State (London: St. Martin’s Press,
Inc., 1996), s. 72.

Tatarlarda Milli Kimlik


XX. Yüzyılda Tatarlarda Milli Kimlik Sorunu



Makale Yazarı: Nadir Devlet -Aktarma- Tarih, Gün ve Saat : 31. Ağustos 2004 01:55:41:
Yanıt Verilen Makale: Şeyh Zeynullah Resulev <4265.htm> makale yazarı:
Hamid Algar -Aktarma- Tarih, Gün ve Saat : 31. Ağustos 2004 01:52:58:

» "Tatar" adı
» "Tatar" adı üzerindeki tartışmalar
» "Türk - Tatar" adı
» Sovyet töneminde "Tatar" adı
» "Kırım Tatar" tabiri
» Tataristan'daki "Tatar" adı
» Yurtdışındaki "Tatar" adı
» "Tatar" adı üzerindeki tartışmalar
» Sonuç
"Tatar" adı: VIII. y.y.'a ait Orhun-Yenisey yazıtlarında "Türk"
(kuvvet;güç) adının dışında "Tokuz Tatar" ve "Otuz Tatar" tamlamalarında
"Tatar" adına da rastlamaktayız. Buna göre, 9 veya 30 kabileden müteşekkil
bu halk, Radloff ile Thomsen'in ifadelerince "Moğol", Barthold'un
fikrince "muhtemelen gayr-ı Türk" idi1. Avrupalılar ve bilhassa Ruslar,
çıngız devrinden itibaren Türk-Moğol devletine "Tatar" imparatorluğu ve
halkına da (Türk ve Moğolları birbirinden ayırma gereğini duymadan) "Tatar"
demişlerdir. Sonraları Ruslar, zaptettikleri Kazan, Astırahan, Kırım,
Sibir, Türkistan ve Kafkasya gibi ülkelerde karşılaştıkları Türk
boylarını da umumiyetle "Tatar" tesmiye etmişler, fakat bu adı hiç bir zaman
"Moğol" anlamında kullanmamışlardır2. Hakikatte, Tatar sözü de Türkler
için yabancı sayılmaz. Kaşgarlı Mahmud "Tatar: Türklerden bir zümredir"
demekte ve eserinin birçok yerinde Tatarı da Türk uruğları arasında
saymaktadır. Batı ilim dünyasında da, Türk ve Tatar sözleri türlü türlü ve
karmaşık mefhumlar için kullanılmıştır. Bir vakitler gerek politika
dilinde.gerekse, etnoloji, tarih, etnografya ve coğrafya eserlerinde hep
"Tatar" yahut tahrif edilerek "Tartar" adları kullanılmıştır3. Son dönem
araştırmacılannın bir kısmı ise Tatarların büyük Türk ailesinin öz
evladı olduğu fikrindedirler 4. Esasında bu konuda ne Türk kökenli ne de
yabancı araştırmacıların itirazı yoktur.
Bugün ise eski SSCB'de yaşayan iki halk resmi olarak "Tatar" adını
kendi uluslarını ifade etmek için kullanıyorlar. Bunların ilki Tataristan,
Başkurdıstan ve çevresindeki cumhuriyet ve ülkelerde (oblast) ayrıca
Orta Asya'da yaşayan 7 milyonluk Kazan Tatarları ile Kırım'ın en eski
sakinlerinden Kırım Tatarlarıdır. Ancak Kırımlılar bu adı "Kırım Tatarı"
şeklinde vurgulayarak kullanırlarken, Kazan Tatarları doğrudan-doğru her
hangi bir belirtmeye ihtiyaç duymadan (yani Kazan Tatarı veya idilboyu
Tatarı v.b.) "Tatar" şeklinde milli adları olarak kullanmaktadırlar.
"Tatar" adı üzerindeki tartışmalar: "Tatar" adının milli kimliği
belirten bir ad olarak kullanılmasının tarihi oldukça karmaşıktır. çarlık
döneminde Türkler genelde "müslüman" kimliğine bürünmüş olup,
düzenledikleri genel toplantılarını dahi bu adla belirtme ihtiyacını veya
mecburiyetini hissetmişlerdi 5.
Rusların Altın Orda Devleti dönemini "Tatarskoe igo (Tatar zulmü) diye
adlandırarak bu ada menfi bir anlam kazandırmış olmaları dolayısıyla
"Tatar" adının Ruslar tarafindan kasıtlı olarak takıldığı hususundaki
görüş kuvvetli idi. Diğer yandan Rusya'daki Türkler arasında milliyet
şuuruna nazaran ümmetçilik şuurunun güçlü olması da genel ad olarak "Tatar"
veya "Türk"ü kullanmak yerine "müslüman" adını kullanmalarında şüphesiz
çok etkili oluyordu.
XIX. y.y.'da ise bu konu ciddi olarak tartışılmaya başlandı. Meşhur din
alimi ve tarihçi şihabeddin Mercani (1818-1889) mühim eseri olan
Müstefad ül-Ahbar fi Ahval-i Kazan ve Bulgar' da bu konuyu aşağıdaki
satırları ile gündeme getirenlerden biri oldu. O bu eserinde şunları yazmıştır:
"...I Mesken! agarda sineñ "mösleman" dan başqa ber isemeñne din ham
milletneñ döşmanı belmese ide, sine, elbette "möselman" dip döşman
kürerler ide. Tatar bulmasañ, ğarep, Tacik, . . . tügel, Qıtay, Rus, Fransuz
hem Nemets ta tügel, inde kem bulirsıñ ? Yaxşı şart, çirmeş, Mukşı, Ar
xalıqlarıñ barlıqların belmegenler, sine ul isemnerneñ berse belen
atamağanlar eger şulay bulğan bulsa, üzeñne çirmeş yaki Mukşı sanap, şuña
riza bulip yörer ideñme ? ..." 6 ş. Mercani bu ifadesi ile kendi öz
"Tatar" adından utananlara veya kullanmayanlara bir uyarı yapmak
istemiştir.
Zamandaşı ansiklopedist ve Tatar edebiyatının gelişmesinde eserleri ile
mühim rol oynayan Abdülkayyum Naşiri (1824-1902) de Tatarlar tarafindan
kullanılan dile "Tatarca" denilmesi gerektiğini aşağıdaki satırlarla
kati bir biçimde vurgulamıştı:
"....Biz Tatarbız... Bazı erbab-ı inadından işitsin ki Tatar tilin
tilge hesaplamaz. Süphan Allah el-Azim, halk ilmi-i tevarih
bilmegenliginden naşi Tatar lafzına tahammül kılmağa takatları yoktur... Tatar ve
Moğol kadim zamanda iki kavim ve tilleri dahi iki türlü til idi. Uzak
zamanlardan beri birbirine katışa katışa daha meşhuru Tatar tili dip
kalmıştır. Lakin mezkur tarihten ta bu zamanımıza kadar Tatar tilimize
hizmetçiler bula kilmegen sebebli Tatar tilimiz artta gayet baid yuklap
kalmıştır . .. Milletimiz halkını Tatar tesmiye kılsam yaratmadılar, Tatar
tili disem yaratmadılar. . . "7
Ancak bu "Tatarcılık" akımının dışında bir kesim aydın da ideolojik
olarak "Türkçülüğü" destekliyordu. Bunlar arasında tanınmış din adamı,
yazar, gazeteci ve son dönemin müftüsü Rizaeddin Fahreddin (1859-1936) de
vardı. Onun ise kendi döneminde bastıralamayan, ancak son yıllarda
yayınlanan "Bolğar ve Qazan Töreklere" adlı eserinden anlaşılacağı üzere
halkının "Kazan Türkleri" şeklinde adlandırılmasını arzuluyordu 8.
Fakat 1905 l. Rus ihtilali döneminde idil-Ural'da olduğu gibi Kırım'da
da "Tatar" adı taraftarları bir hayliydi. Kırım'da Hasan Sabri Ayvazov
gibi şahısların "Tatar" adını reddetmeleri gençlerde menfi bir his
uyandırmıştı. Türklüğü sevmekte samimi olan bu gençler Tatarlığı da inkara
yanaşmıyorlardı. Zaten aydınların hemen hepsi ve neşriyatta da
kendilerini hep "Tatar" diye anıyorlardı 9.
"Türk-Tatar" adı: XIX. y.y. sonu ile XX. y.y.'ın başında Tatar halkının
kimlik arayışının daha doğrusu öz kimliğine nasıl bir ad vereceği
hususu hayli canlı tartışmalara neden oluyordu. "Türkçülerle",
"Tatarcıların" bir uzlaşması neticesi olarak 1917 ihtilalinin yaklaştığı dönemlerde
yeni bir tabirin, yani "Türk-Tatar" adının kullanılmaya başladığına
şahit oluyoruz. çünkü "Tatarcılar" da kendilerinin Türk (Türki) soydan
geldiklerini inkar etmiyorlardı. "Türkçüler" ise Tatarların Türk soyundan
olmalarına rağmen gerek dil, gerek edebiyat, gerek tarih ve gerek adet
örf olarak diğer Türk boylarından farklılıklara veya kendilerine has
özelliklere sahip olduğunu kabul ediyorlardı. Neticede Tatar halkının,
daha doğrusu idil-Ural ve Sibir bölgesindeki Türk soyluların ortak
kimliğini vurgulamak isteyenler "Türk-Tatar" adını kullanmaya başladılar.
Mesela tanınmış tarihçi Zeki Velidi (Togan)'ın 1917 yılında Kazan'da
basılan ilk bilimsel eserinin adı da "Kısaca Türk-Tatar Tarihi" adını
taşıyordu 10. Bu tabir siyasi mahiyette alarak 1917 sonunda Ufa'da toplanan
kısa ömürlü "Rusya ve Sibir Müslüman Türk-Tatarlan Millet Meclisi" nde
de kendi yerini buldu. Bu ad daha sonra Bolşevikler tarafindan
yasaklanmışsa da, muhaciriyette uzun yıllar kullanıldı.
Hatta meşhur yazar ve cemiyet hadimi Müstecip ülküsal'ın son yıllarda
yayınlanan eserinin başlığında da "Türk-Tatar" tabirini kullanması
dikkati çekmektedir 11.
Sovyet döneminde"Tatar" adı: Bolşeviklerin iktidarı sağlamlaştırmaların
dan sonra idil-Ural bölgesindeki Türklerin birliğini ön gören "Millet
Meclisi" hareketi ile "Idil-Ural ştatı. (Devleti)" projesi suya düşünce
Ruslar bu bölgede üç ayrı muhtar Türk cumhuriyeti (Tatarstan-
Başkurdıstan ve çuvaşıstan) tesis ederek bu adları da resmileştirmiş oldular.
Yani "Türk-Tatar" adinin kullanılmasına gerek kalmamıştı ve ayrıca bunun
kullanılmasına izin de verilmiyordu. "Türk-Tatar" adı aynı edebi dili
kullanan ve bir hayli yönden birbirlerine çok yakın olan "Başkurt" alt
kimliğini de içine almak istemişse de. Zeki Velidi (Togan) liderliğinde
başlatılan "Başkurtluk" mücadelesi bu şuurun güçlenmesi ve Sovyetlerin
uygulaması ile milli kimliğe dönüşmesine de neden oldu. Dolayısıyla
artık Tatarıstan'da yaşayanlar kendilerine resmen verilen "Tatar" adı ve
onun yarattığı "Tatar" milli kimliği ile yaşamaya başladılar. Sovyet
döneminde basılan ilk tarih kitaplarından biri olan meşhur tarihçi Aziz
Ubeydull(in)'in eserinin adı da Tatar Tarihi olmuştu 12.
"Kırım Tatar" tabiri: Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetinin
kurulduğu dönemlerde "Türk-Tatar" adıyla birlikte "Tatar", "Kırım Tatar",
"Kırım Tatar Nogayları" gibi adların yaşadığını görmekteyiz 13. Daha
sonraları ise "Kırım Tatar" adı resmen yerleşti14. Bu durum topyekün
sürgüne maruz bırakıldıkları 18 Mayıs 1944 yılına kadar sürdü. SSCB'de 2.
Dünya Savaşı esnasında sürgün edilen bir hayli etnik topluluk 1950'li
yılların sonlarına doğru aklanarak, ülkelerine dönme, bazı siyasi imkanlar
ve kültürel faaliyetlerine devam etme hakkı elde etmişlerse de, Kırım
Tatarı, Meshet Türkü ve Volga Almanları tam anlamda aklanamayarak bir
hayli haklardan mahrum bırakıldılar. Ancak bazı kültürel haklar verilerek
Taşkent'te Lenin Bayrağı adlı bir gazete yayınlanmaya başladı 15. Bu
gazete uzun yıllar "Kırım Tatar" veya "Tatar" tabirini kullanamadı.
Ancak 1980'li yıllarda bu ad ihtiyatla ve daha sonra yaygın şekilde
kullanılarak ayrı bir etnik gurubun mevcudiyeti artık resmen vurgulanmaya
başlanmış oldu 16.Daha önceki tarihlerde bir iki eser "Tatar" adıyla
yayınlanmışsa da (C. Bekirov,Tatar Folklorü, Taşkent 1975; R. Tınçerev-Y.
Bolat-K. Camanaklı (haz.). Tatar Halk Masalları, Taşkent 1975), "Kırım
Tatar" adı henüz kullanılamamıştı 17.Bilebildiğimiz kadar "Kırım Tatar"
tabirinin kullanıldığı ilk eser 1988'nde yayınlanan bir sözlük idi. Bu
eser ancak 7 bin kelime ihtiva eden (s. 11 -166) ve dilbilgisi
bölümünden (s. 167-232) ibaret bir eser idi 18. Burada dikkat eden bir husus
ise artık "Kırım" sözünün "Tatar" sözünden ayrı olmayıp bitişik
yazılmasıydı, bu Kırımlıları genel Tatar kimliğinden ayrı mütalaa etmek veya
ap-ayrı yeni bir halk topluluğu olarak lanse emek için olabilir. Rejimin
tutumunun değişikliği, o güne kadar resmi olarak yok addedilen Kırım
Tatarlarını 1989 nüfus sayımının sonuçlarında kaydetmesinde de görüldü
19.
Böylece 1944'ten sonra yok addedilen ve muhtemelen Tatarların nüfusuna
dahil edilen Kırım Türkleri rejim tarafindan yeniden ayrı bir ulus veya
etnik gurup olarak tecil edilmiş oldu ve "Kırım Tatar" tabiri resmiyet
kazandı.
Tataristan'daki "Tatar" adı: 1920'lerden sonra genellikle idil boyunda
yaşayan Kazan Tatarları kendi ulus adları olarak uzun yıllar "Tatar" ı
kullandılar. Daha doğrusu katı Sovyet rejimi şartlarında başka bir ad
arama konusunun gündeme gelmesi de mümkün değildi. Böylece 60-65 yıl bu
konu tartışılmadı. çünkü Sovyet rejimi bir taraftan "enternasyonalizm,
halkalrın dostluğu, komünist toplum kurma" adına gayr-ı Rus
toplulukları Ruslaştırmaya çalışırken, diğer taraftan da Türki toplulukların
bir-birlerinden bağımsız kendi kimliklerini gelişirmeye dikkat ediyordu. Bu
gayeyle de Türki toplulukların alfabeleri 15-16 yıl gibi kısa bir süre
içinde iki defa değiştirilmişti (1926-1940 Latin alfabesi, 1940'tan
sonra Kiril alfabesi). Kiril harflerine geçildiği zaman ise her Türk
boyuna birbirinden oldukça farklı alfabeler ve ortografi kuralları
yaratılarak, bu topluluklar birbirlerinin yazılarını anlayamayacakları bir
seviyeye indirgenmişti. Bu ve buna benzer siyasi ve kültürel uygulamalar en
yakın kardeş toplulukları dahi birbirinden uzaklaştırmış, başka bir
ifade ile herkes ancak kendisi ile ilgilenir duruma gelmişti. Bu şartlar
içinde yetişenler de ancak kendi etnik kimlikleri ile özleşmek durumunda
kalmışlardı Yani bir üst-kimlik, soybirliği veya akrabalık
mühimsenmeyen faktörlere dönüştüler.
Tataristan'da da durum değişik olmadı ve "Tatar" kimliği konusuna
tamamen çözülmüş olarak bakılarak, kesin yargılara varıldı. Aşağıdaki
satırlar bu görüşe tipik bir örnek teşkil etmektedir:
"... (Qazan Tatarlannıñ babaları) VI-VII ğasırlarda idel hem Ural
buylarına basıp kergen törki telle qabileler belen idelneñ sul yarında
Bolğar belen kürşe hem şulay uq törki telle uğız-peçenek qabilelereneñ
qatlaulı quşılmasınnan ğıybarat bulğan. . ." 20.
Yurtdışında "Tatar" adı: Henüz birinci dünya savaşı patlak vermeden
önce Osmanlı Türkiye'sinde de "Tatar" ve "Türk" tartışması ciddi boyutlara
ulaşınca tanımış Türkçü ilim adamı Yusuf Akçura bu konuda bir makale
yazarak iki tarafi uzlaştırmaya çalıştı 21. Bolşevik ihtilaline müteakip
ise Kırım'dan olsun, idil-Ural bölgesinden olsun yurdışında değişik
ülkelere sığınmak zorunda olan aydınlar, genelde kendi ülklerindeki
gelişmelerin aksine, uluslarına daha değişik adlar vermeyi tercih ettiler.
Kazan Türklerine "şimal Türkleri" denildiği gibi, iran Türklerine de
"Cenup Türkleri" diyenler oldu. Fakat bu tabirler umumun kabulüne mazhar
olmadılar 22. Kırımlı aydınlar "Kırım Tatar" tabiri yerine "Kırım
Türkleri" tabirini kullanırken 23, Kazanlılar da "Tatar" yerine "Kazan
Türkleri" veya "idil-Ural Türkleri" tabirini tercih ettiler 24. Bunlardan A.
Battal-Taymas yabancı dillerde çıkan makalelerinde de "Kazan Türkleri"
tabirini kullanıyordu 25. Bunların bir istisnasını ise belki de ülkesinde dahi
meşhur bir yazar ve siyasetçi olarak temayüz etmiş olan Ayaz ishaki
(idilli) teşkil ediyordu ve o ihtilalden önce "Millet Meclisi" tarafindan
resmi olarak kullanılan "Türk-Tatar" tabirine sıkıca sarılmıştı 26.
çarlık Rusyası kökenli Tatar aydınlarının Türkiye'de "Tatar" adını tercih
etmemelerinin bir nedeni de bu kelimenin Türk halkı arasında genel
olarak menfi olarak kullanılması olabilir 27. Fakat gene de Türkiye'de
yaşayan bazı Tatar aydınları, yukarıda belirtilen şahıslar kadar kamu
oyunda etkili olmasalar da "Tatar" adı üzerinde ısrar ediyorlardı ve bu
ısrar aslında muhaciriyette bulunanların çoğunluğunun samim görüşünü
aksettiriyordu 28. Bazı Türk araştırmacılar da bu durumu tesbit ederek. Kazan
Türkleri aslen su katılmamış Türk olmalanna rağmen, bugün dahi bu ismi
(Tatar) inat ile taşırlar, diye şikayet etmişlerdir 29.
Son yıllarda ise, SSCB'deki değişmelerin de etkisi ile Türkiye 'deki
Kırım Tatar kökenli yazarların da "Kırım Türkleri" ile birlikte "Kırım
Tatarları" tabirini de kullandıklanna şahit oluyoruz 30. "Kazan Türkleri
"tabirinin yerine "Tatar Türkleri" veya "Tatar" adlarının kullanılmaya
başlanması da hemen hemen aynı zamanlara rastlamaktadır 31. Batılı
araştırmacılar da son dönemlerde genelde "Kırım Tatar" ve "Tatar"
tabirlerini kullanmakadırlar 32.
"Tatar" adı üzerine tartışmalar: Kırım Tatarları sürgünden anavatana
dönmeye henüz bu yıllarda başladıkları için onlarda henüz bu konuda
bilimsel veya başka türlü tartışmaların başladığını gösteren emareler yok
gibi.
Eski SSCB'deki Kırım Tatarları arasında şimdilik milli ad konusunda
Tataristan'dakine benzer her hangi bir tartışmaya şahit değiliz, Rusların
onlarla ilgili yayınlarında "Kırım Tatan" tabirini kullandıklarını
görmekteyiz 33. Aynca Kırım'da kurulan yarı resmi milli teşkilatın adı da
"Kırım Tatar Milli Meclisi" olarak tecil edilmiştir 34. Bu da Kırım'da
halkın çoğunluğunun "Kırım Tatar" adım benimseyip, bunu resmi bir ad
olarak tescil ettirmek arzusunu göstermektedir.
Ancak Kırım Hanlığının Rus hakimiyeti altına düşmesinden (1783) sonra
Dobruca bölgesine (Romanya) yerleşmiş olan Kırım Tatarlarının belli
başlı ilim adamları ve yazarları arasında da kendi milli kimliklerine ad
verme konusunda tam bir fikir birliğinin mevcut olmadığım görmekteyiz.
Bunda Dobruca'da Anadolu kökenli Türk azınlığı ile aslen Kırım kökenli
olan Tatar azınlığının ortak kimlik oluşturma gayretlerinden
kaynaklandığı da düşünülebilir. Bunun dışında Kırım kökenlilerin de kendilerini
"Nogay" alt kimliği ile de belirleyen, Kıpçak gurubuna dahil "Kırım
Tatarcası" nı kullananlar ile "Kırım Türk" alt kimliği ile belirleyen, Oğuz
gurubuna dahil "Kırım Türkçesi" konuşanlar olmak üzere ayrı guruplarda
mütalaa etmelerinin de rolü olabilir. Dolayısıyla da "Dobruca Tatarları"
35, "Romanya Türkleri" 36, "Romanya Nogay-Türk" 37 veya "Türk-Tatar",
"Kırım Türkçesi (Tatar lehçesi)", "Dobruca Tatar lehçesi", "Romanya
Tatarcası" gibi tabirlerin hepsinin birarada kullanıldığına dahi
rastlamaktayız 38. Kimlik adını berlirlemede kültürel olduğu kadar belki siyasi
mülahazalar da rol oynamaktadır. Bükreş'te yayınlanan Karadeniz gazetesi
kendini "Romanya Türk-Tatar Topluluğunun yayını" olarak takdim
etmektedir. Burada kullanılan "Türk-Tatar" tabiri Romanya'daki Anadolu kökenli
Türklerle, Kırım kökenli Tatarları mı birleştirmektedir, yoksa Kırım
Tatarları kendilerini eskiden kullanılan "Türk-Tatar" adıyla mı ifade
etmek istemişlerdir, bu konu pek açık değildir. Ayrıca Romanya'daki Kırım
kökenlilerin derneği konumundaki "Romanya Müslüman Tatar Türklerinin
Demokratik Birliği" ndeki "Tatar Türkleri" ise bu bölge için oldukça yeni
bir ifade olarak ortaya çıkmaktadır.
1990'lara doğru eski SSCB' deki değişim rüzgarları Tataristan'da
"Tatar" milli kimliğinin alt kimliklerini araştırma çalışmaların hızlanmasına
neden oldu.Böylece Tatar ulusunun değişik boyları olan Mişer, Tipter,
'Kasım Tatarları,' Sibir Tatarları ve Kreşinler hakkında yeni
incelemeler ortaya çıktı 39.
Bir yanda bu bilimsel çalışmalar sürerken, diğer yandan "Tatar" adının
yanlış olduğunu, bunun Rusların taktığı ve Tatarların aslında eski idil
boyu Bulgar Devletinin varisleri oiarak "Bulgar" adını almaları
gerektiği fikrini savunanlar ortaya çıktı. "Bulgar el-Cedid" adlı cemiyevi
hareket bu eğilimin en güçlü temsilcisi olarak mücadelesini sertleştirmiş,
oldukça etkili basın ve ağız propogandası faaliyetlerini yürütmektedir
40. Bu hareket en büyük desteği tanınmış bir yazar, biyograf olan ve
şimdi Tatarıstan ilimler Akademisinin üyesi bulunan Ebrar
Kerimull(in)'den buldu. Onun "Tatar" adının milli ad olarak kullanılmasının yanlış olduğunu ileri sürdüğü eseri çok yankı yarattı. Bu eserin çok yüksek
tirajlarda başta 1988'de Rusça ve daha sonra 1991'de ise Tatarca olarak
yayınlanması da çok ilginçti 41. Onun bilimsel olmaktan ziyade popüler
mahiyetteki bu eseri haklı olarak, bir hayli tarihçinin tepkisine sebep
oldu. çünkü "Bulgarcılık" hareketi, zaten milli şuur konusunda hayli
zayıflamış olan birkısım Tatarın kendisini 1989 nüfus sayımında kendilerini "Bulgar" diye kaydettirmelerine neden olmuş ve böylece az da olsa Tatarların toplam sayıların menfi yönden etkilemişti. Bu tartışmaya katılanlardan biri de, bu yıl kendisini kaybettiğimiz, tanınmış ilim adamı Alfred Halik(ov)
idi. O halkın kendi adını belirlemesi konusunda referendum bile
yapılmasını teklif etmişti 42. Bu konuyu önce Sovyet döneminde hemen hemen yok
edilen milli şuuru canlandırarak hal edilmesini savunanlar çıktı 43.
Fakat bu konuda en katı duran, yani halkın öz adının ezelden beri "Tatar"
olduğunu iddia eden tarihçi Ravil Fahretdin(ov) oldu 44 . O bu görüşünü
geliştirip, tarihi delillerle ispatlalama yoluna gitti ve "Bulgar"
adının propogandasını yapan E. Kerimull(in)'i bir nevi cahillikle suçladı
45. şu anda "Tatarcılık" akımının taraftarlannın gayr-ı resmi yayıncılık
imkanları ile çok yüksek tirajlı eserler ortaya koyduklarını
görmekteryiz ". Gerçekten de Tatar" etnogenezinde tek bir Bulgar faktörü değil, bilhassa kullanılan dil Tatarcada çok etkili olan Kıpçak faktorünün de
kuvvetli olduğu inkar edilemez. Bunun dışında iidil-Ural bölgesine
Bulgarlardan önce gelen değişik Türk kavimleri (msl. Hunlar), daha sonra bu
yörelerde yerleşen Peçenekler, yerel Fin-Ogur kavimleri veya hatta
başka etnik unsurların da karıştığı düşünülebilir. "Tatar" etnogenezindeki
ırki veya kavmi komponentlerin oranları antropoloji gibi özel bilim
dalları tarafindan tartışılabilir. Ancak milli şuurlanmada dil, tarih,
adet örfler gibi objektif faktörlerin yanında, bir topluluğa veya ulusa
ait olma hissi gibi sübjektif faktörler de etkili olmaktadır. Bunun
cevabını ise her bilim dalı ayrı-ayrı vermeye kalktığı takdirde oldukça
yanılgıya düşülecektir. Dolayısıyla ortak bir konsensüs oluşturulması için
değişik bilim dallarının ortak paydasını bulmanın dışında çoğunluğun bu
konudaki görüş ve fikirlerini tesbit etmek için derin ve şümullü
sosyolojik araştırmalar da gerekecektir.
Sonuç : Kısacası Sovyet döneminde milli şuurun bastırılmış olması,
milli kimliği belirleyen ad konusunda bazı bilimsel veya popüler
tartışmaların yapılmasını engellemişti. şimdi nisbi bir hürriyetin söz konuşu
olduğu BDT'nda etnik topluluklar kendi geçmiş ve adlarını merakla
incelemeye başlamış bulunmaktadırlar. Ancak sırf bilimsel çalışmarlarla gerek
Kırım gerekse Kazan Tatarlarının etnik adlarını yeniden belirlemenin
veya değiştirmenin mümkün olacağını zannetmiyoruz. çünkü halk kendi
kimliğini "Tatar" adıyla açığa vurma eğilimindedir.
Bir dönemler Ruslar tarafindan kötülenen "Tatar " adını artık çok kimse
çekinmeden kullanmaktadır ve bilhassa Ruslar ve diğer yabancılarla
birlikte yaşamak zorunda olan Kırım ve Kazan Tatarları milli kimliklerini
ancak "Tatar" adıyla açıklayabilmektedirler. Tabii ki anavatının dışında
yaşayanların bir kısmının kendilerini hala "Kırım Türkleri", "Romanya
Tatarları/Türkleri", "(müslüman) Tatar Türkleri", "Kazan Türkleri" veya
"idil-Ural Türkleri"47 gibi tabirlerle kökenlerini belirtmeye devam
etmeleri doğaldır. Ancak mühim olan anavatandaki çoğunluğun tercih edeceği
addır. Tatarıstan örneğini göz önünde tutarsak burada "Astırahan,
Kreşin, Kasım, Sibir, Kırım v.b. Tatarları" bir arada sayma geleneği
yerleşmeye başlamıştır. Eski SSCB'de Türki topluluklar birbirlerini
kardeşliğini vurgulama ihtiyacını hissetmedikleri veya öyle bir alışkanlıkları
olmadığı halde, Kazan Tatarları Kırım Tatarlarını her firsatta anmaya,
onları kardeş olarak görmeye başlamışlardır. Bunda ortak bir adın
kullanılmasının dışında Kırım ve Kazan arasındaki ortak tarihi bağların da
rolü olduğu düşünülebilir. Tabii ki bu konuda akademik tartışmaların
kesilmesini bekleyemeyeyiz. Ancak bu konuda son sözün halkın çoğunluğu
tarafindan söyleneceğini belirtebiliriz. Görünen şudur ki milli kimlik veya
hatta üst kimlik olarak ta "Tatar" adının herhangi bir değişime
uğramasını beklemek pek gerçekçi olmayacaktır. çünkü gerek halkın çoğunluğu ve
gerekse bilim adamlarının ekseriyeti "Tatar" adından vazgeçmeyi
düşünmemektedir. Hatta yurtdışında yaşayan, dolayısıyla herhangi doğrudan
doğru siyasi veya kültürel baskı altında kalmamış olan Kırım ve Kazan
Tatarlarının da özel olarak kendi aralannda kökenlerini bu kelime ile ifade
etmeleri, "Tatar" adının derin kök saldığının doğal göstergesi
durumundadır.
Ancak kimlik sorununun bu topluluklarda milli şuurun güçlendiği
nisbette daha kolay çözümlenebileceğim söyleyebiliriz. çünkü mesela Kırım'ın
çöl kısmından veya başka bir ifade ile "Nogay"diye adlandırılan Kıpçak
anadiline bağlı zümreler "Tatar" adını benimserken, yalı boyundan
olanları kendilerini "Kırım Türkü" diye ifade etmektedirler 48. Ancak Rus
kaynaklarında olduğu kadar Osmanlı kaynakları da onlara her zaman Tatar
adı ile anmışlardır. Dolayısıyla Türkiye'de ekseriyet "Tatar" adını
duyunca Kırım Tatarlarını düşünmektedir.
"Tatar" adının benimsenmesinin bir nedeni de Osmanlı harabeleri üzerine
kurulan yeni Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşlanna resmen Türk adını
vermesi ve dolayısıyla bu coğrafya içinde oluşan yeni ulusun da "Türk"
olarak tescil edilmesi idi. Böylece önceden soybirliğini belirten "Türk"
adı artık ekseriyeti Anadolu'da yaşayan, Osmanlının varisi bir ulusun
özel adına dönüşmüş oldu. Zaten Türkiye'de de "Türk" kelimesi batıdaki
bilimsel çalışmalardan etkilenerek ancak XIX. y.y.'da kullanılmaya,
Abdülhamid II'nin son döneminde etkisini göstermeye başlamıştı 49.
Dolayısıyla sovyet döneminde uluslaşma süreci başlayınca, zaten Türk adını
kullanmayan değişik Türk toplulukları Kazak, Kırgız, özbek, Türkmen v.b.
gibi isimlerle tarih sahnesine çıktılar. SSCB'nin dağılması ve neticede bu
Türk topluluklannın bir haylisinin kendi milli kimliklerini belirten
adlarla kurulan bağımsız cumhuriyetlere kavuşmalarının sonunda, bazı
iddialara göre bunların suni olarak takılmış olmasına rağmen, bu adlara
sıkıca sarılarak, kendilerini bu ulus adları ile özleştirmektedirler.
Soybirliğini ise, Türkiye'de genelde resmi olarak red edilen "Türki" (Türki
halklar veya Türki dilli halklar) kelimesi ile ifade ettikleri için
"Türk" adını Anadolu'da yaşayan soydaşlarına has özel bir ulus adı olarak
kabul ettiler. Bu siyasi ve külturel gelişmeler çerçevesinde, zaten
eskiden beri mevcut olan "Tatar" adı da soydaşlarından ayrı özelliklere
sahip olan bir ulusun özel adı olarak daha güçlü bir şekilde ortaya
çıkmaktadır.
Prof Dr. Nadir DEVLET
Sempozyum Bildirisi : (Köstence , 17-20 Kasım 1994)
Originea Tгtarilor - Locul lor in Romania şi in lumea Turca /
Tatarların Kökeni - Romanya'da ve Türk Dünyasındaki Yeri / (The Origin Of The
Tatars - Their Place in Romania and in The Turkish World)
Editura Kriterion Bükreş,1997 sf.27-41
1 G. Jacschke, Zur Geschichte des Namen Tatar, Reşit Rahmeti Arat için,
(Ankara,1966), s. 278.
2 A. Temir. Tatar sözünün menşei hakkında. Kazan, say 3 (Ankara 1971),
s. 41.
3 A. Taymas, Türklüğe ve Türkçülüğe dair. Türk Yurdu, XXVI, sayı l
(Eylül 1942),s, 18.
4 T. Cemil Tatar Adı, Renkler, sayı 2, Bükreş, 1989, s. 178-197. ,. ..
27
5 Fazla bilgi için bk. N. Devlet, Rusya Türklerinin Milli Mücadele
Tarihi (1905-1917;, Ankara 1985.
6 ş. Marcani, Möstafad el-axbar fi exvali Qazan ve Bolğar, Kazan, 1989,
s. 43 v.d.
7 N. Devlet, Rusya Türklerinin Milli.. ., s, 164.
8 R. Fexredinev, Bolğar va Qazan Töreklere, Kazan 1993.
9 C. S. Kırımer, Bazı Hatıralar, istanbul 1993, s. 57.
10 A. Z. Validi, Qısqaça Törek-Tatar Tarixı, Kazan 1992.
11 M. ülküsal. Kırım Türk-Tatarları. Dün-Bugün- Yarın, istanbul 1980.
12 G. Gaziz (ğubaydullin), Tatar Tarixı. Kazan 1923.
13 Msl. bk. O. Akçokraklı Kırım'da Tatar Tamgaları, Emel, sayı 135
(Nisan-Haziran 1983), s. 159-180.
14 Msl. bk. A. Refet. Qırım Tatar Yırları, Sinaferopol 1933.
15 N. Devlet, Lenin Bayrağı gazetesimn 25. yılı ve Kırım Türk
kültürünün bugünkü durumu. Türk Dünyası Araştırmaları, sayı 22 (şubat 1983), s.
82-90.
16 ayn. mkl., s. 83.
17 N. Devlet, Topyekün sürgünün 40. yılı Kırım Türklerinin sürgün
sonrası faaliyetleri, Türk Dünyası Araştırmaları, sayı 33 (Aralık 1984), s.
102-129. Ayrıca bk. N. Devlet, Kırım Tatarlarında çağdaş kültürel
gelişmeler, Türk Dünyası Araştırmaları, sayı 57 (Aralık 1988), s.1-16.
18 $.A. Asanov-A.N. Gakavets-S.M. Useynov (haz), Kırımtatarca-Rusça
Lügat, Kiev 1988.
l9 N. Devlet, çağdaş Türkiler, istanbul 1993, s. 265.
20 F. Valiev, Borınğı babalarıbız kemner ? Qazan Utları, sayı 2, Kazan
1967, s. 135.,
21 Y. Akçura. Türklerle Tatarlar birdir, ikisi de medeniyete hizmet
etmişlerdir. Altın Armağan, istanbul 1328/1912, s. 37-59.
22 Z.V. Togan, Harici Türklerini ifade eden tabirler, Türk Yurdu, XXVI,
sayı l (Eylül 1942), s. 2.
23 E. Kırımal, Der nationale Kampf der Krimtürken, Emsdetten 1952.
24 A. Battal-Taymas. Kazan Türkleri, Ankara 1966 A.N. Kurat, Kazan
Türklerinin tanınmış tarihçi ve miltiyetçilerinden Hadi Atlas (1875-1940?),
Kazan, 1975, s. 1-6.
25 A. Battal-Taymas. Kasantürkische und Baschkirische Literatür,
Handbuch der Orientalistik, V Bd. Altaistik, l, Abt. Turkologie, Leiden/Köln
1966, s. 427-441.
26 Bk. Yona Milli Yul'da (1928-1939 Berlin) çıkan makaleleri.
27 Pis Tatar (Kırım'dan göç esnasında hastalık nedeniyle Tatarların
karantinada bırakılrnası ve bu yüzden onların pis olarak yorumlanmasının
bir neticesi olabilir). Tatar suratlı (ablak, çirkin suratlılara verilen
isim). Tatar, Tatar iskeleden... atar gibi tekerlemeler, XIII. y.y. 'da
çıngız'ın ordulannın Anadolu'ya yaptıkları seferlerde kanlı izler
bırakmaları ve bunun Tatarlara (kasıt Moğollar) bağlanması, 1402 Ankara
savaşında Timur'un Kara Tatar askerlerinin Bayezid'i mağlup ederek Osmanlı
Devletini nerede ise ortadan kaldırmaları, 2. Viyana muhasarası
esnasında başarısızlığın Kırım Hanlığının atlılarının geri çekilmesine
atfedilerek, Tatar ihaneti' nden bahsedilmesi v.b. Türkiye'de hala basit,
hatta aydın halk arasında dahi Tatar adının menfi yorumları olarak
yaşamaktadır.
28 L. Karan, Tatarlarınınğ Türçıgışı, istanbul 1962.
29 H.N, Orkun, Türk sözünün aslına dair, Türk Yurdu, sayı l (234),
(Temmuz 1954), s. 23.
30 Bk. Emel, sayı 202, (Mayıs Haziran 1994).
31 Kazak ve Tatar Türkleri, istanbul 1976; "Tataristan Yazarlar Birliği
Başkanı Renad Muhammedi ile Sohbet, Türk Edebiyatı, sayı 252 (Ekim
1994), s. 37-40; l. Enginün, Sırat Köprüsü Sultan Galiev, Türk Dili, sayı
511 (Temmuz 1994), s. 48-55.
32 J. Matuz, Krimtatarische Urkunden im Reichsarchiv zu Kopenhagen,
Freiburg 1976; l- çeneli-A. Gruber, Krimtatarische Chrestomatie aus
Gegenwarttexten, Wiesbaden 1980; A.Faher, The Crimean Tatars, Stanford 1978;
J. Strauss, Language modernization-the case of Tatar and modern
Turkish, Central Asian Survcy, sayı 12 (1993), s. 565-576.
33 V.E. Vozgrin, Istoriceskie sud'bı knmskih Tatar, Moskova 1992;
Krımskotatarskoe natsionalnoe dvijente, I-II, Moskva 1992.
34 Y. Bektöre, Kırım 'da son durum ve Kırım Tatar Milli Meclisi ile
görüşmeler. Kırım sayı 2 (Ocak-Mart 1993), s. 3-4.
35 Msl. bk.E. ve N. Mahmut (haz.), Bozcigit Dobruca Tatar Masalları,
Bükreş 1988. s. 5-14.
36 Msl. bk. M.A. Ekrcm-M.A. Huilmiye (haz.). Tepegöz Dobruca Masalları,
Bükreş 1985, s. 5-11.
37 Msl. bk. C Bolat 38 I.H.A. Ziyaeddin Toy. şiirler, Bükreş 1992, ".
5-6.
39 Yu. G. Muhametşin, Tatarı -K.ryaşem (istoriko-etnograficeskoe
issledovanie materialnoy kul'ııırı, seredino XlX-naçcılo XX v.), (Moskva
1977); F. şarifüllina, Qasıym Tatarları, Qazan Utları, sayı 5 (1990), s.
172-175; F. şerifüllina, Kasimovskie Tatarı, Kazan 1991; A.M. Orlov,
Meşçera, Meşceryaki, Mişare. Kazan 1992; D.G. Tumaşeva, Slovar' dialektov
Sibirskih Tatar, Kazan 1992.
40 N. Devlet, A -struggle for independence in the Russian Federation:
in the case of the Tatars, CEMOTI, sayı.16 (Temmuz-Aralık 1993), s.
63-82. , "
41 A. Karimullin, Tatarı : Etnos i Etnonim, Kazan 1988; E. Karimullia,
Tatarlar : isemebez hem cisemebez, Kazan 199).
42 A.H. Halikov. Kto mı. Bulgari ili Tatarı ? (Kem bez- Bolğarlar mı.
Tatarlar mı?),Kazan 1992.
43 T. Kamal, Tatar ruxı, Qazan Utları, sayı 3 (1991), s. 163-166.
44 R. Fexredinov, Talar Tatar mı. Tatar tugel me?. Miras, sayı 12
(1992). s. 53-58.
45 R. Fexretdinov, Tatar uglı Tatarmın, çallı 1993.
46 D.M. ishakov. Tatarı (Populyarnıy oçerk eticeskoy istorii
demografii), (Naberejnte çelnı 1993), (tiraj: 250 bin nüsha); R. Emiraan-V.
inaamov, Tatarlarnın vatan suğışı, (Yar çallı 1993), (tiraj: 165 bin nüsha).
47 Bk. idil-Ural Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği, Selam bülteni,
sayı l (Mayıs 1994), sayı 2 (Ağustos 1994).
48 S. çağatay, Türk Lehçeleri örnekleri, II, Ankara 1972, s. 86.
49 Z. Gökalp. Türkçülüğün esasları, 11. bak. istanbul 1977, ". 7-8.
* Vatan Kyrym

Tatarlarda Milli Kimlik

XX. Yüzyılda Tatarlarda Milli Kimlik Sorunu



Makale Yazarı: Nadir Devlet -Aktarma- Tarih, Gün ve Saat : 31. Ağustos 2004 01:55:41:
Yanıt Verilen Makale: Şeyh Zeynullah Resulev <4265.htm> makale yazarı:
Hamid Algar -Aktarma- Tarih, Gün ve Saat : 31. Ağustos 2004 01:52:58:

» "Tatar" adı
» "Tatar" adı üzerindeki tartışmalar
» "Türk - Tatar" adı
» Sovyet töneminde "Tatar" adı
» "Kırım Tatar" tabiri
» Tataristan'daki "Tatar" adı
» Yurtdışındaki "Tatar" adı
» "Tatar" adı üzerindeki tartışmalar
» Sonuç
"Tatar" adı: VIII. y.y.'a ait Orhun-Yenisey yazıtlarında "Türk"
(kuvvet;güç) adının dışında "Tokuz Tatar" ve "Otuz Tatar" tamlamalarında
"Tatar" adına da rastlamaktayız. Buna göre, 9 veya 30 kabileden müteşekkil
bu halk, Radloff ile Thomsen'in ifadelerince "Moğol", Barthold'un
fikrince "muhtemelen gayr-ı Türk" idi1. Avrupalılar ve bilhassa Ruslar,
çıngız devrinden itibaren Türk-Moğol devletine "Tatar" imparatorluğu ve
halkına da (Türk ve Moğolları birbirinden ayırma gereğini duymadan) "Tatar"
demişlerdir. Sonraları Ruslar, zaptettikleri Kazan, Astırahan, Kırım,
Sibir, Türkistan ve Kafkasya gibi ülkelerde karşılaştıkları Türk
boylarını da umumiyetle "Tatar" tesmiye etmişler, fakat bu adı hiç bir zaman
"Moğol" anlamında kullanmamışlardır2. Hakikatte, Tatar sözü de Türkler
için yabancı sayılmaz. Kaşgarlı Mahmud "Tatar: Türklerden bir zümredir"
demekte ve eserinin birçok yerinde Tatarı da Türk uruğları arasında
saymaktadır. Batı ilim dünyasında da, Türk ve Tatar sözleri türlü türlü ve
karmaşık mefhumlar için kullanılmıştır. Bir vakitler gerek politika
dilinde.gerekse, etnoloji, tarih, etnografya ve coğrafya eserlerinde hep
"Tatar" yahut tahrif edilerek "Tartar" adları kullanılmıştır3. Son dönem
araştırmacılannın bir kısmı ise Tatarların büyük Türk ailesinin öz
evladı olduğu fikrindedirler 4. Esasında bu konuda ne Türk kökenli ne de
yabancı araştırmacıların itirazı yoktur.
Bugün ise eski SSCB'de yaşayan iki halk resmi olarak "Tatar" adını
kendi uluslarını ifade etmek için kullanıyorlar. Bunların ilki Tataristan,
Başkurdıstan ve çevresindeki cumhuriyet ve ülkelerde (oblast) ayrıca
Orta Asya'da yaşayan 7 milyonluk Kazan Tatarları ile Kırım'ın en eski
sakinlerinden Kırım Tatarlarıdır. Ancak Kırımlılar bu adı "Kırım Tatarı"
şeklinde vurgulayarak kullanırlarken, Kazan Tatarları doğrudan-doğru her
hangi bir belirtmeye ihtiyaç duymadan (yani Kazan Tatarı veya idilboyu
Tatarı v.b.) "Tatar" şeklinde milli adları olarak kullanmaktadırlar.
"Tatar" adı üzerindeki tartışmalar: "Tatar" adının milli kimliği
belirten bir ad olarak kullanılmasının tarihi oldukça karmaşıktır. çarlık
döneminde Türkler genelde "müslüman" kimliğine bürünmüş olup,
düzenledikleri genel toplantılarını dahi bu adla belirtme ihtiyacını veya
mecburiyetini hissetmişlerdi 5.
Rusların Altın Orda Devleti dönemini "Tatarskoe igo (Tatar zulmü) diye
adlandırarak bu ada menfi bir anlam kazandırmış olmaları dolayısıyla
"Tatar" adının Ruslar tarafindan kasıtlı olarak takıldığı hususundaki
görüş kuvvetli idi. Diğer yandan Rusya'daki Türkler arasında milliyet
şuuruna nazaran ümmetçilik şuurunun güçlü olması da genel ad olarak "Tatar"
veya "Türk"ü kullanmak yerine "müslüman" adını kullanmalarında şüphesiz
çok etkili oluyordu.
XIX. y.y.'da ise bu konu ciddi olarak tartışılmaya başlandı. Meşhur din
alimi ve tarihçi şihabeddin Mercani (1818-1889) mühim eseri olan
Müstefad ül-Ahbar fi Ahval-i Kazan ve Bulgar' da bu konuyu aşağıdaki
satırları ile gündeme getirenlerden biri oldu. O bu eserinde şunları yazmıştır:
"...I Mesken! agarda sineñ "mösleman" dan başqa ber isemeñne din ham
milletneñ döşmanı belmese ide, sine, elbette "möselman" dip döşman
kürerler ide. Tatar bulmasañ, ğarep, Tacik, . . . tügel, Qıtay, Rus, Fransuz
hem Nemets ta tügel, inde kem bulirsıñ ? Yaxşı şart, çirmeş, Mukşı, Ar
xalıqlarıñ barlıqların belmegenler, sine ul isemnerneñ berse belen
atamağanlar eger şulay bulğan bulsa, üzeñne çirmeş yaki Mukşı sanap, şuña
riza bulip yörer ideñme ? ..." 6 ş. Mercani bu ifadesi ile kendi öz
"Tatar" adından utananlara veya kullanmayanlara bir uyarı yapmak
istemiştir.
Zamandaşı ansiklopedist ve Tatar edebiyatının gelişmesinde eserleri ile
mühim rol oynayan Abdülkayyum Naşiri (1824-1902) de Tatarlar tarafindan
kullanılan dile "Tatarca" denilmesi gerektiğini aşağıdaki satırlarla
kati bir biçimde vurgulamıştı:
"....Biz Tatarbız... Bazı erbab-ı inadından işitsin ki Tatar tilin
tilge hesaplamaz. Süphan Allah el-Azim, halk ilmi-i tevarih
bilmegenliginden naşi Tatar lafzına tahammül kılmağa takatları yoktur... Tatar ve
Moğol kadim zamanda iki kavim ve tilleri dahi iki türlü til idi. Uzak
zamanlardan beri birbirine katışa katışa daha meşhuru Tatar tili dip
kalmıştır. Lakin mezkur tarihten ta bu zamanımıza kadar Tatar tilimize
hizmetçiler bula kilmegen sebebli Tatar tilimiz artta gayet baid yuklap
kalmıştır . .. Milletimiz halkını Tatar tesmiye kılsam yaratmadılar, Tatar
tili disem yaratmadılar. . . "7
Ancak bu "Tatarcılık" akımının dışında bir kesim aydın da ideolojik
olarak "Türkçülüğü" destekliyordu. Bunlar arasında tanınmış din adamı,
yazar, gazeteci ve son dönemin müftüsü Rizaeddin Fahreddin (1859-1936) de
vardı. Onun ise kendi döneminde bastıralamayan, ancak son yıllarda
yayınlanan "Bolğar ve Qazan Töreklere" adlı eserinden anlaşılacağı üzere
halkının "Kazan Türkleri" şeklinde adlandırılmasını arzuluyordu 8.
Fakat 1905 l. Rus ihtilali döneminde idil-Ural'da olduğu gibi Kırım'da
da "Tatar" adı taraftarları bir hayliydi. Kırım'da Hasan Sabri Ayvazov
gibi şahısların "Tatar" adını reddetmeleri gençlerde menfi bir his
uyandırmıştı. Türklüğü sevmekte samimi olan bu gençler Tatarlığı da inkara
yanaşmıyorlardı. Zaten aydınların hemen hepsi ve neşriyatta da
kendilerini hep "Tatar" diye anıyorlardı 9.
"Türk-Tatar" adı: XIX. y.y. sonu ile XX. y.y.'ın başında Tatar halkının
kimlik arayışının daha doğrusu öz kimliğine nasıl bir ad vereceği
hususu hayli canlı tartışmalara neden oluyordu. "Türkçülerle",
"Tatarcıların" bir uzlaşması neticesi olarak 1917 ihtilalinin yaklaştığı dönemlerde
yeni bir tabirin, yani "Türk-Tatar" adının kullanılmaya başladığına
şahit oluyoruz. çünkü "Tatarcılar" da kendilerinin Türk (Türki) soydan
geldiklerini inkar etmiyorlardı. "Türkçüler" ise Tatarların Türk soyundan
olmalarına rağmen gerek dil, gerek edebiyat, gerek tarih ve gerek adet
örf olarak diğer Türk boylarından farklılıklara veya kendilerine has
özelliklere sahip olduğunu kabul ediyorlardı. Neticede Tatar halkının,
daha doğrusu idil-Ural ve Sibir bölgesindeki Türk soyluların ortak
kimliğini vurgulamak isteyenler "Türk-Tatar" adını kullanmaya başladılar.
Mesela tanınmış tarihçi Zeki Velidi (Togan)'ın 1917 yılında Kazan'da
basılan ilk bilimsel eserinin adı da "Kısaca Türk-Tatar Tarihi" adını
taşıyordu 10. Bu tabir siyasi mahiyette alarak 1917 sonunda Ufa'da toplanan
kısa ömürlü "Rusya ve Sibir Müslüman Türk-Tatarlan Millet Meclisi" nde
de kendi yerini buldu. Bu ad daha sonra Bolşevikler tarafindan
yasaklanmışsa da, muhaciriyette uzun yıllar kullanıldı.
Hatta meşhur yazar ve cemiyet hadimi Müstecip ülküsal'ın son yıllarda
yayınlanan eserinin başlığında da "Türk-Tatar" tabirini kullanması
dikkati çekmektedir 11.
Sovyet döneminde"Tatar" adı: Bolşeviklerin iktidarı sağlamlaştırmaların
dan sonra idil-Ural bölgesindeki Türklerin birliğini ön gören "Millet
Meclisi" hareketi ile "Idil-Ural ştatı. (Devleti)" projesi suya düşünce
Ruslar bu bölgede üç ayrı muhtar Türk cumhuriyeti (Tatarstan-
Başkurdıstan ve çuvaşıstan) tesis ederek bu adları da resmileştirmiş oldular.
Yani "Türk-Tatar" adinin kullanılmasına gerek kalmamıştı ve ayrıca bunun
kullanılmasına izin de verilmiyordu. "Türk-Tatar" adı aynı edebi dili
kullanan ve bir hayli yönden birbirlerine çok yakın olan "Başkurt" alt
kimliğini de içine almak istemişse de. Zeki Velidi (Togan) liderliğinde
başlatılan "Başkurtluk" mücadelesi bu şuurun güçlenmesi ve Sovyetlerin
uygulaması ile milli kimliğe dönüşmesine de neden oldu. Dolayısıyla
artık Tatarıstan'da yaşayanlar kendilerine resmen verilen "Tatar" adı ve
onun yarattığı "Tatar" milli kimliği ile yaşamaya başladılar. Sovyet
döneminde basılan ilk tarih kitaplarından biri olan meşhur tarihçi Aziz
Ubeydull(in)'in eserinin adı da Tatar Tarihi olmuştu 12.
"Kırım Tatar" tabiri: Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetinin
kurulduğu dönemlerde "Türk-Tatar" adıyla birlikte "Tatar", "Kırım Tatar",
"Kırım Tatar Nogayları" gibi adların yaşadığını görmekteyiz 13. Daha
sonraları ise "Kırım Tatar" adı resmen yerleşti14. Bu durum topyekün
sürgüne maruz bırakıldıkları 18 Mayıs 1944 yılına kadar sürdü. SSCB'de 2.
Dünya Savaşı esnasında sürgün edilen bir hayli etnik topluluk 1950'li
yılların sonlarına doğru aklanarak, ülkelerine dönme, bazı siyasi imkanlar
ve kültürel faaliyetlerine devam etme hakkı elde etmişlerse de, Kırım
Tatarı, Meshet Türkü ve Volga Almanları tam anlamda aklanamayarak bir
hayli haklardan mahrum bırakıldılar. Ancak bazı kültürel haklar verilerek
Taşkent'te Lenin Bayrağı adlı bir gazete yayınlanmaya başladı 15. Bu
gazete uzun yıllar "Kırım Tatar" veya "Tatar" tabirini kullanamadı.
Ancak 1980'li yıllarda bu ad ihtiyatla ve daha sonra yaygın şekilde
kullanılarak ayrı bir etnik gurubun mevcudiyeti artık resmen vurgulanmaya
başlanmış oldu 16.Daha önceki tarihlerde bir iki eser "Tatar" adıyla
yayınlanmışsa da (C. Bekirov,Tatar Folklorü, Taşkent 1975; R. Tınçerev-Y.
Bolat-K. Camanaklı (haz.). Tatar Halk Masalları, Taşkent 1975), "Kırım
Tatar" adı henüz kullanılamamıştı 17.Bilebildiğimiz kadar "Kırım Tatar"
tabirinin kullanıldığı ilk eser 1988'nde yayınlanan bir sözlük idi. Bu
eser ancak 7 bin kelime ihtiva eden (s. 11 -166) ve dilbilgisi
bölümünden (s. 167-232) ibaret bir eser idi 18. Burada dikkat eden bir husus
ise artık "Kırım" sözünün "Tatar" sözünden ayrı olmayıp bitişik
yazılmasıydı, bu Kırımlıları genel Tatar kimliğinden ayrı mütalaa etmek veya
ap-ayrı yeni bir halk topluluğu olarak lanse emek için olabilir. Rejimin
tutumunun değişikliği, o güne kadar resmi olarak yok addedilen Kırım
Tatarlarını 1989 nüfus sayımının sonuçlarında kaydetmesinde de görüldü
19.
Böylece 1944'ten sonra yok addedilen ve muhtemelen Tatarların nüfusuna
dahil edilen Kırım Türkleri rejim tarafindan yeniden ayrı bir ulus veya
etnik gurup olarak tecil edilmiş oldu ve "Kırım Tatar" tabiri resmiyet
kazandı.
Tataristan'daki "Tatar" adı: 1920'lerden sonra genellikle idil boyunda
yaşayan Kazan Tatarları kendi ulus adları olarak uzun yıllar "Tatar" ı
kullandılar. Daha doğrusu katı Sovyet rejimi şartlarında başka bir ad
arama konusunun gündeme gelmesi de mümkün değildi. Böylece 60-65 yıl bu
konu tartışılmadı. çünkü Sovyet rejimi bir taraftan "enternasyonalizm,
halkalrın dostluğu, komünist toplum kurma" adına gayr-ı Rus
toplulukları Ruslaştırmaya çalışırken, diğer taraftan da Türki toplulukların
bir-birlerinden bağımsız kendi kimliklerini gelişirmeye dikkat ediyordu. Bu
gayeyle de Türki toplulukların alfabeleri 15-16 yıl gibi kısa bir süre
içinde iki defa değiştirilmişti (1926-1940 Latin alfabesi, 1940'tan
sonra Kiril alfabesi). Kiril harflerine geçildiği zaman ise her Türk
boyuna birbirinden oldukça farklı alfabeler ve ortografi kuralları
yaratılarak, bu topluluklar birbirlerinin yazılarını anlayamayacakları bir
seviyeye indirgenmişti. Bu ve buna benzer siyasi ve kültürel uygulamalar en
yakın kardeş toplulukları dahi birbirinden uzaklaştırmış, başka bir
ifade ile herkes ancak kendisi ile ilgilenir duruma gelmişti. Bu şartlar
içinde yetişenler de ancak kendi etnik kimlikleri ile özleşmek durumunda
kalmışlardı Yani bir üst-kimlik, soybirliği veya akrabalık
mühimsenmeyen faktörlere dönüştüler.
Tataristan'da da durum değişik olmadı ve "Tatar" kimliği konusuna
tamamen çözülmüş olarak bakılarak, kesin yargılara varıldı. Aşağıdaki
satırlar bu görüşe tipik bir örnek teşkil etmektedir:
"... (Qazan Tatarlannıñ babaları) VI-VII ğasırlarda idel hem Ural
buylarına basıp kergen törki telle qabileler belen idelneñ sul yarında
Bolğar belen kürşe hem şulay uq törki telle uğız-peçenek qabilelereneñ
qatlaulı quşılmasınnan ğıybarat bulğan. . ." 20.
Yurtdışında "Tatar" adı: Henüz birinci dünya savaşı patlak vermeden
önce Osmanlı Türkiye'sinde de "Tatar" ve "Türk" tartışması ciddi boyutlara
ulaşınca tanımış Türkçü ilim adamı Yusuf Akçura bu konuda bir makale
yazarak iki tarafi uzlaştırmaya çalıştı 21. Bolşevik ihtilaline müteakip
ise Kırım'dan olsun, idil-Ural bölgesinden olsun yurdışında değişik
ülkelere sığınmak zorunda olan aydınlar, genelde kendi ülklerindeki
gelişmelerin aksine, uluslarına daha değişik adlar vermeyi tercih ettiler.
Kazan Türklerine "şimal Türkleri" denildiği gibi, iran Türklerine de
"Cenup Türkleri" diyenler oldu. Fakat bu tabirler umumun kabulüne mazhar
olmadılar 22. Kırımlı aydınlar "Kırım Tatar" tabiri yerine "Kırım
Türkleri" tabirini kullanırken 23, Kazanlılar da "Tatar" yerine "Kazan
Türkleri" veya "idil-Ural Türkleri" tabirini tercih ettiler 24. Bunlardan A.
Battal-Taymas yabancı dillerde çıkan makalelerinde de "Kazan Türkleri"
tabirini kullanıyordu 25. Bunların bir istisnasını ise belki de ülkesinde dahi
meşhur bir yazar ve siyasetçi olarak temayüz etmiş olan Ayaz ishaki
(idilli) teşkil ediyordu ve o ihtilalden önce "Millet Meclisi" tarafindan
resmi olarak kullanılan "Türk-Tatar" tabirine sıkıca sarılmıştı 26.
çarlık Rusyası kökenli Tatar aydınlarının Türkiye'de "Tatar" adını tercih
etmemelerinin bir nedeni de bu kelimenin Türk halkı arasında genel
olarak menfi olarak kullanılması olabilir 27. Fakat gene de Türkiye'de
yaşayan bazı Tatar aydınları, yukarıda belirtilen şahıslar kadar kamu
oyunda etkili olmasalar da "Tatar" adı üzerinde ısrar ediyorlardı ve bu
ısrar aslında muhaciriyette bulunanların çoğunluğunun samim görüşünü
aksettiriyordu 28. Bazı Türk araştırmacılar da bu durumu tesbit ederek. Kazan
Türkleri aslen su katılmamış Türk olmalanna rağmen, bugün dahi bu ismi
(Tatar) inat ile taşırlar, diye şikayet etmişlerdir 29.
Son yıllarda ise, SSCB'deki değişmelerin de etkisi ile Türkiye 'deki
Kırım Tatar kökenli yazarların da "Kırım Türkleri" ile birlikte "Kırım
Tatarları" tabirini de kullandıklanna şahit oluyoruz 30. "Kazan Türkleri
"tabirinin yerine "Tatar Türkleri" veya "Tatar" adlarının kullanılmaya
başlanması da hemen hemen aynı zamanlara rastlamaktadır 31. Batılı
araştırmacılar da son dönemlerde genelde "Kırım Tatar" ve "Tatar"
tabirlerini kullanmakadırlar 32.
"Tatar" adı üzerine tartışmalar: Kırım Tatarları sürgünden anavatana
dönmeye henüz bu yıllarda başladıkları için onlarda henüz bu konuda
bilimsel veya başka türlü tartışmaların başladığını gösteren emareler yok
gibi.
Eski SSCB'deki Kırım Tatarları arasında şimdilik milli ad konusunda
Tataristan'dakine benzer her hangi bir tartışmaya şahit değiliz, Rusların
onlarla ilgili yayınlarında "Kırım Tatan" tabirini kullandıklarını
görmekteyiz 33. Aynca Kırım'da kurulan yarı resmi milli teşkilatın adı da
"Kırım Tatar Milli Meclisi" olarak tecil edilmiştir 34. Bu da Kırım'da
halkın çoğunluğunun "Kırım Tatar" adım benimseyip, bunu resmi bir ad
olarak tescil ettirmek arzusunu göstermektedir.
Ancak Kırım Hanlığının Rus hakimiyeti altına düşmesinden (1783) sonra
Dobruca bölgesine (Romanya) yerleşmiş olan Kırım Tatarlarının belli
başlı ilim adamları ve yazarları arasında da kendi milli kimliklerine ad
verme konusunda tam bir fikir birliğinin mevcut olmadığım görmekteyiz.
Bunda Dobruca'da Anadolu kökenli Türk azınlığı ile aslen Kırım kökenli
olan Tatar azınlığının ortak kimlik oluşturma gayretlerinden
kaynaklandığı da düşünülebilir. Bunun dışında Kırım kökenlilerin de kendilerini
"Nogay" alt kimliği ile de belirleyen, Kıpçak gurubuna dahil "Kırım
Tatarcası" nı kullananlar ile "Kırım Türk" alt kimliği ile belirleyen, Oğuz
gurubuna dahil "Kırım Türkçesi" konuşanlar olmak üzere ayrı guruplarda
mütalaa etmelerinin de rolü olabilir. Dolayısıyla da "Dobruca Tatarları"
35, "Romanya Türkleri" 36, "Romanya Nogay-Türk" 37 veya "Türk-Tatar",
"Kırım Türkçesi (Tatar lehçesi)", "Dobruca Tatar lehçesi", "Romanya
Tatarcası" gibi tabirlerin hepsinin birarada kullanıldığına dahi
rastlamaktayız 38. Kimlik adını berlirlemede kültürel olduğu kadar belki siyasi
mülahazalar da rol oynamaktadır. Bükreş'te yayınlanan Karadeniz gazetesi
kendini "Romanya Türk-Tatar Topluluğunun yayını" olarak takdim
etmektedir. Burada kullanılan "Türk-Tatar" tabiri Romanya'daki Anadolu kökenli
Türklerle, Kırım kökenli Tatarları mı birleştirmektedir, yoksa Kırım
Tatarları kendilerini eskiden kullanılan "Türk-Tatar" adıyla mı ifade
etmek istemişlerdir, bu konu pek açık değildir. Ayrıca Romanya'daki Kırım
kökenlilerin derneği konumundaki "Romanya Müslüman Tatar Türklerinin
Demokratik Birliği" ndeki "Tatar Türkleri" ise bu bölge için oldukça yeni
bir ifade olarak ortaya çıkmaktadır.
1990'lara doğru eski SSCB' deki değişim rüzgarları Tataristan'da
"Tatar" milli kimliğinin alt kimliklerini araştırma çalışmaların hızlanmasına
neden oldu.Böylece Tatar ulusunun değişik boyları olan Mişer, Tipter,
'Kasım Tatarları,' Sibir Tatarları ve Kreşinler hakkında yeni
incelemeler ortaya çıktı 39.
Bir yanda bu bilimsel çalışmalar sürerken, diğer yandan "Tatar" adının
yanlış olduğunu, bunun Rusların taktığı ve Tatarların aslında eski idil
boyu Bulgar Devletinin varisleri oiarak "Bulgar" adını almaları
gerektiği fikrini savunanlar ortaya çıktı. "Bulgar el-Cedid" adlı cemiyevi
hareket bu eğilimin en güçlü temsilcisi olarak mücadelesini sertleştirmiş,
oldukça etkili basın ve ağız propogandası faaliyetlerini yürütmektedir
40. Bu hareket en büyük desteği tanınmış bir yazar, biyograf olan ve
şimdi Tatarıstan ilimler Akademisinin üyesi bulunan Ebrar
Kerimull(in)'den buldu. Onun "Tatar" adının milli ad olarak kullanılmasının yanlış olduğunu ileri sürdüğü eseri çok yankı yarattı. Bu eserin çok yüksek
tirajlarda başta 1988'de Rusça ve daha sonra 1991'de ise Tatarca olarak
yayınlanması da çok ilginçti 41. Onun bilimsel olmaktan ziyade popüler
mahiyetteki bu eseri haklı olarak, bir hayli tarihçinin tepkisine sebep
oldu. çünkü "Bulgarcılık" hareketi, zaten milli şuur konusunda hayli
zayıflamış olan birkısım Tatarın kendisini 1989 nüfus sayımında kendilerini "Bulgar" diye kaydettirmelerine neden olmuş ve böylece az da olsa Tatarların toplam sayıların menfi yönden etkilemişti. Bu tartışmaya katılanlardan biri de, bu yıl kendisini kaybettiğimiz, tanınmış ilim adamı Alfred Halik(ov)
idi. O halkın kendi adını belirlemesi konusunda referendum bile
yapılmasını teklif etmişti 42. Bu konuyu önce Sovyet döneminde hemen hemen yok
edilen milli şuuru canlandırarak hal edilmesini savunanlar çıktı 43.
Fakat bu konuda en katı duran, yani halkın öz adının ezelden beri "Tatar"
olduğunu iddia eden tarihçi Ravil Fahretdin(ov) oldu 44 . O bu görüşünü
geliştirip, tarihi delillerle ispatlalama yoluna gitti ve "Bulgar"
adının propogandasını yapan E. Kerimull(in)'i bir nevi cahillikle suçladı
45. şu anda "Tatarcılık" akımının taraftarlannın gayr-ı resmi yayıncılık
imkanları ile çok yüksek tirajlı eserler ortaya koyduklarını
görmekteryiz ". Gerçekten de Tatar" etnogenezinde tek bir Bulgar faktörü değil, bilhassa kullanılan dil Tatarcada çok etkili olan Kıpçak faktorünün de
kuvvetli olduğu inkar edilemez. Bunun dışında iidil-Ural bölgesine
Bulgarlardan önce gelen değişik Türk kavimleri (msl. Hunlar), daha sonra bu
yörelerde yerleşen Peçenekler, yerel Fin-Ogur kavimleri veya hatta
başka etnik unsurların da karıştığı düşünülebilir. "Tatar" etnogenezindeki
ırki veya kavmi komponentlerin oranları antropoloji gibi özel bilim
dalları tarafindan tartışılabilir. Ancak milli şuurlanmada dil, tarih,
adet örfler gibi objektif faktörlerin yanında, bir topluluğa veya ulusa
ait olma hissi gibi sübjektif faktörler de etkili olmaktadır. Bunun
cevabını ise her bilim dalı ayrı-ayrı vermeye kalktığı takdirde oldukça
yanılgıya düşülecektir. Dolayısıyla ortak bir konsensüs oluşturulması için
değişik bilim dallarının ortak paydasını bulmanın dışında çoğunluğun bu
konudaki görüş ve fikirlerini tesbit etmek için derin ve şümullü
sosyolojik araştırmalar da gerekecektir.
Sonuç : Kısacası Sovyet döneminde milli şuurun bastırılmış olması,
milli kimliği belirleyen ad konusunda bazı bilimsel veya popüler
tartışmaların yapılmasını engellemişti. şimdi nisbi bir hürriyetin söz konuşu
olduğu BDT'nda etnik topluluklar kendi geçmiş ve adlarını merakla
incelemeye başlamış bulunmaktadırlar. Ancak sırf bilimsel çalışmarlarla gerek
Kırım gerekse Kazan Tatarlarının etnik adlarını yeniden belirlemenin
veya değiştirmenin mümkün olacağını zannetmiyoruz. çünkü halk kendi
kimliğini "Tatar" adıyla açığa vurma eğilimindedir.
Bir dönemler Ruslar tarafindan kötülenen "Tatar " adını artık çok kimse
çekinmeden kullanmaktadır ve bilhassa Ruslar ve diğer yabancılarla
birlikte yaşamak zorunda olan Kırım ve Kazan Tatarları milli kimliklerini
ancak "Tatar" adıyla açıklayabilmektedirler. Tabii ki anavatının dışında
yaşayanların bir kısmının kendilerini hala "Kırım Türkleri", "Romanya
Tatarları/Türkleri", "(müslüman) Tatar Türkleri", "Kazan Türkleri" veya
"idil-Ural Türkleri"47 gibi tabirlerle kökenlerini belirtmeye devam
etmeleri doğaldır. Ancak mühim olan anavatandaki çoğunluğun tercih edeceği
addır. Tatarıstan örneğini göz önünde tutarsak burada "Astırahan,
Kreşin, Kasım, Sibir, Kırım v.b. Tatarları" bir arada sayma geleneği
yerleşmeye başlamıştır. Eski SSCB'de Türki topluluklar birbirlerini
kardeşliğini vurgulama ihtiyacını hissetmedikleri veya öyle bir alışkanlıkları
olmadığı halde, Kazan Tatarları Kırım Tatarlarını her firsatta anmaya,
onları kardeş olarak görmeye başlamışlardır. Bunda ortak bir adın
kullanılmasının dışında Kırım ve Kazan arasındaki ortak tarihi bağların da
rolü olduğu düşünülebilir. Tabii ki bu konuda akademik tartışmaların
kesilmesini bekleyemeyeyiz. Ancak bu konuda son sözün halkın çoğunluğu
tarafindan söyleneceğini belirtebiliriz. Görünen şudur ki milli kimlik veya
hatta üst kimlik olarak ta "Tatar" adının herhangi bir değişime
uğramasını beklemek pek gerçekçi olmayacaktır. çünkü gerek halkın çoğunluğu ve
gerekse bilim adamlarının ekseriyeti "Tatar" adından vazgeçmeyi
düşünmemektedir. Hatta yurtdışında yaşayan, dolayısıyla herhangi doğrudan
doğru siyasi veya kültürel baskı altında kalmamış olan Kırım ve Kazan
Tatarlarının da özel olarak kendi aralannda kökenlerini bu kelime ile ifade
etmeleri, "Tatar" adının derin kök saldığının doğal göstergesi
durumundadır.
Ancak kimlik sorununun bu topluluklarda milli şuurun güçlendiği
nisbette daha kolay çözümlenebileceğim söyleyebiliriz. çünkü mesela Kırım'ın
çöl kısmından veya başka bir ifade ile "Nogay"diye adlandırılan Kıpçak
anadiline bağlı zümreler "Tatar" adını benimserken, yalı boyundan
olanları kendilerini "Kırım Türkü" diye ifade etmektedirler 48. Ancak Rus
kaynaklarında olduğu kadar Osmanlı kaynakları da onlara her zaman Tatar
adı ile anmışlardır. Dolayısıyla Türkiye'de ekseriyet "Tatar" adını
duyunca Kırım Tatarlarını düşünmektedir.
"Tatar" adının benimsenmesinin bir nedeni de Osmanlı harabeleri üzerine
kurulan yeni Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşlanna resmen Türk adını
vermesi ve dolayısıyla bu coğrafya içinde oluşan yeni ulusun da "Türk"
olarak tescil edilmesi idi. Böylece önceden soybirliğini belirten "Türk"
adı artık ekseriyeti Anadolu'da yaşayan, Osmanlının varisi bir ulusun
özel adına dönüşmüş oldu. Zaten Türkiye'de de "Türk" kelimesi batıdaki
bilimsel çalışmalardan etkilenerek ancak XIX. y.y.'da kullanılmaya,
Abdülhamid II'nin son döneminde etkisini göstermeye başlamıştı 49.
Dolayısıyla sovyet döneminde uluslaşma süreci başlayınca, zaten Türk adını
kullanmayan değişik Türk toplulukları Kazak, Kırgız, özbek, Türkmen v.b.
gibi isimlerle tarih sahnesine çıktılar. SSCB'nin dağılması ve neticede bu
Türk topluluklannın bir haylisinin kendi milli kimliklerini belirten
adlarla kurulan bağımsız cumhuriyetlere kavuşmalarının sonunda, bazı
iddialara göre bunların suni olarak takılmış olmasına rağmen, bu adlara
sıkıca sarılarak, kendilerini bu ulus adları ile özleştirmektedirler.
Soybirliğini ise, Türkiye'de genelde resmi olarak red edilen "Türki" (Türki
halklar veya Türki dilli halklar) kelimesi ile ifade ettikleri için
"Türk" adını Anadolu'da yaşayan soydaşlarına has özel bir ulus adı olarak
kabul ettiler. Bu siyasi ve külturel gelişmeler çerçevesinde, zaten
eskiden beri mevcut olan "Tatar" adı da soydaşlarından ayrı özelliklere
sahip olan bir ulusun özel adı olarak daha güçlü bir şekilde ortaya
çıkmaktadır.
Prof Dr. Nadir DEVLET
Sempozyum Bildirisi : (Köstence , 17-20 Kasım 1994)
Originea Tгtarilor - Locul lor in Romania şi in lumea Turca /
Tatarların Kökeni - Romanya'da ve Türk Dünyasındaki Yeri / (The Origin Of The
Tatars - Their Place in Romania and in The Turkish World)
Editura Kriterion Bükreş,1997 sf.27-41
1 G. Jacschke, Zur Geschichte des Namen Tatar, Reşit Rahmeti Arat için,
(Ankara,1966), s. 278.
2 A. Temir. Tatar sözünün menşei hakkında. Kazan, say 3 (Ankara 1971),
s. 41.
3 A. Taymas, Türklüğe ve Türkçülüğe dair. Türk Yurdu, XXVI, sayı l
(Eylül 1942),s, 18.
4 T. Cemil Tatar Adı, Renkler, sayı 2, Bükreş, 1989, s. 178-197. ,. ..
27
5 Fazla bilgi için bk. N. Devlet, Rusya Türklerinin Milli Mücadele
Tarihi (1905-1917;, Ankara 1985.
6 ş. Marcani, Möstafad el-axbar fi exvali Qazan ve Bolğar, Kazan, 1989,
s. 43 v.d.
7 N. Devlet, Rusya Türklerinin Milli.. ., s, 164.
8 R. Fexredinev, Bolğar va Qazan Töreklere, Kazan 1993.
9 C. S. Kırımer, Bazı Hatıralar, istanbul 1993, s. 57.
10 A. Z. Validi, Qısqaça Törek-Tatar Tarixı, Kazan 1992.
11 M. ülküsal. Kırım Türk-Tatarları. Dün-Bugün- Yarın, istanbul 1980.
12 G. Gaziz (ğubaydullin), Tatar Tarixı. Kazan 1923.
13 Msl. bk. O. Akçokraklı Kırım'da Tatar Tamgaları, Emel, sayı 135
(Nisan-Haziran 1983), s. 159-180.
14 Msl. bk. A. Refet. Qırım Tatar Yırları, Sinaferopol 1933.
15 N. Devlet, Lenin Bayrağı gazetesimn 25. yılı ve Kırım Türk
kültürünün bugünkü durumu. Türk Dünyası Araştırmaları, sayı 22 (şubat 1983), s.
82-90.
16 ayn. mkl., s. 83.
17 N. Devlet, Topyekün sürgünün 40. yılı Kırım Türklerinin sürgün
sonrası faaliyetleri, Türk Dünyası Araştırmaları, sayı 33 (Aralık 1984), s.
102-129. Ayrıca bk. N. Devlet, Kırım Tatarlarında çağdaş kültürel
gelişmeler, Türk Dünyası Araştırmaları, sayı 57 (Aralık 1988), s.1-16.
18 $.A. Asanov-A.N. Gakavets-S.M. Useynov (haz), Kırımtatarca-Rusça
Lügat, Kiev 1988.
l9 N. Devlet, çağdaş Türkiler, istanbul 1993, s. 265.
20 F. Valiev, Borınğı babalarıbız kemner ? Qazan Utları, sayı 2, Kazan
1967, s. 135.,
21 Y. Akçura. Türklerle Tatarlar birdir, ikisi de medeniyete hizmet
etmişlerdir. Altın Armağan, istanbul 1328/1912, s. 37-59.
22 Z.V. Togan, Harici Türklerini ifade eden tabirler, Türk Yurdu, XXVI,
sayı l (Eylül 1942), s. 2.
23 E. Kırımal, Der nationale Kampf der Krimtürken, Emsdetten 1952.
24 A. Battal-Taymas. Kazan Türkleri, Ankara 1966 A.N. Kurat, Kazan
Türklerinin tanınmış tarihçi ve miltiyetçilerinden Hadi Atlas (1875-1940?),
Kazan, 1975, s. 1-6.
25 A. Battal-Taymas. Kasantürkische und Baschkirische Literatür,
Handbuch der Orientalistik, V Bd. Altaistik, l, Abt. Turkologie, Leiden/Köln
1966, s. 427-441.
26 Bk. Yona Milli Yul'da (1928-1939 Berlin) çıkan makaleleri.
27 Pis Tatar (Kırım'dan göç esnasında hastalık nedeniyle Tatarların
karantinada bırakılrnası ve bu yüzden onların pis olarak yorumlanmasının
bir neticesi olabilir). Tatar suratlı (ablak, çirkin suratlılara verilen
isim). Tatar, Tatar iskeleden... atar gibi tekerlemeler, XIII. y.y. 'da
çıngız'ın ordulannın Anadolu'ya yaptıkları seferlerde kanlı izler
bırakmaları ve bunun Tatarlara (kasıt Moğollar) bağlanması, 1402 Ankara
savaşında Timur'un Kara Tatar askerlerinin Bayezid'i mağlup ederek Osmanlı
Devletini nerede ise ortadan kaldırmaları, 2. Viyana muhasarası
esnasında başarısızlığın Kırım Hanlığının atlılarının geri çekilmesine
atfedilerek, Tatar ihaneti' nden bahsedilmesi v.b. Türkiye'de hala basit,
hatta aydın halk arasında dahi Tatar adının menfi yorumları olarak
yaşamaktadır.
28 L. Karan, Tatarlarınınğ Türçıgışı, istanbul 1962.
29 H.N, Orkun, Türk sözünün aslına dair, Türk Yurdu, sayı l (234),
(Temmuz 1954), s. 23.
30 Bk. Emel, sayı 202, (Mayıs Haziran 1994).
31 Kazak ve Tatar Türkleri, istanbul 1976; "Tataristan Yazarlar Birliği
Başkanı Renad Muhammedi ile Sohbet, Türk Edebiyatı, sayı 252 (Ekim
1994), s. 37-40; l. Enginün, Sırat Köprüsü Sultan Galiev, Türk Dili, sayı
511 (Temmuz 1994), s. 48-55.
32 J. Matuz, Krimtatarische Urkunden im Reichsarchiv zu Kopenhagen,
Freiburg 1976; l- çeneli-A. Gruber, Krimtatarische Chrestomatie aus
Gegenwarttexten, Wiesbaden 1980; A.Faher, The Crimean Tatars, Stanford 1978;
J. Strauss, Language modernization-the case of Tatar and modern
Turkish, Central Asian Survcy, sayı 12 (1993), s. 565-576.
33 V.E. Vozgrin, Istoriceskie sud'bı knmskih Tatar, Moskova 1992;
Krımskotatarskoe natsionalnoe dvijente, I-II, Moskva 1992.
34 Y. Bektöre, Kırım 'da son durum ve Kırım Tatar Milli Meclisi ile
görüşmeler. Kırım sayı 2 (Ocak-Mart 1993), s. 3-4.
35 Msl. bk.E. ve N. Mahmut (haz.), Bozcigit Dobruca Tatar Masalları,
Bükreş 1988. s. 5-14.
36 Msl. bk. M.A. Ekrcm-M.A. Huilmiye (haz.). Tepegöz Dobruca Masalları,
Bükreş 1985, s. 5-11.
37 Msl. bk. C Bolat 38 I.H.A. Ziyaeddin Toy. şiirler, Bükreş 1992, ".
5-6.
39 Yu. G. Muhametşin, Tatarı -K.ryaşem (istoriko-etnograficeskoe
issledovanie materialnoy kul'ııırı, seredino XlX-naçcılo XX v.), (Moskva
1977); F. şarifüllina, Qasıym Tatarları, Qazan Utları, sayı 5 (1990), s.
172-175; F. şerifüllina, Kasimovskie Tatarı, Kazan 1991; A.M. Orlov,
Meşçera, Meşceryaki, Mişare. Kazan 1992; D.G. Tumaşeva, Slovar' dialektov
Sibirskih Tatar, Kazan 1992.
40 N. Devlet, A -struggle for independence in the Russian Federation:
in the case of the Tatars, CEMOTI, sayı.16 (Temmuz-Aralık 1993), s.
63-82. , "
41 A. Karimullin, Tatarı : Etnos i Etnonim, Kazan 1988; E. Karimullia,
Tatarlar : isemebez hem cisemebez, Kazan 199).
42 A.H. Halikov. Kto mı. Bulgari ili Tatarı ? (Kem bez- Bolğarlar mı.
Tatarlar mı?),Kazan 1992.
43 T. Kamal, Tatar ruxı, Qazan Utları, sayı 3 (1991), s. 163-166.
44 R. Fexredinov, Talar Tatar mı. Tatar tugel me?. Miras, sayı 12
(1992). s. 53-58.
45 R. Fexretdinov, Tatar uglı Tatarmın, çallı 1993.
46 D.M. ishakov. Tatarı (Populyarnıy oçerk eticeskoy istorii
demografii), (Naberejnte çelnı 1993), (tiraj: 250 bin nüsha); R. Emiraan-V.
inaamov, Tatarlarnın vatan suğışı, (Yar çallı 1993), (tiraj: 165 bin nüsha).
47 Bk. idil-Ural Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği, Selam bülteni,
sayı l (Mayıs 1994), sayı 2 (Ağustos 1994).
48 S. çağatay, Türk Lehçeleri örnekleri, II, Ankara 1972, s. 86.
49 Z. Gökalp. Türkçülüğün esasları, 11. bak. istanbul 1977, ". 7-8.
* Vatan Kyrym

Kazan kentinin tarihi ve Tatar Bagimsizlik Mucadelesi


Kazan kentinin tarihi ve Tatar Bagimsizlik Mucadelesi ile ilgili yazi.
http://www.tatyash.ru/
Kazan kalası taş kala, Küp kalaga baş kala.
XALIK CIRI
Kazan kalası täkdire
1005 yıldamı? Ällä 905 täme? Ällä annan da aldamı? Ällä Timer gasır, Bakır gasır,
Taş gasırdamı nigez salıngan Kazan kalasına? Anısı äle alda açıklanır. Härxäldä,
Kazan Mäskäüdän küptin-küp gasırlar alda tözelgän. Monısı bäxässez.
Kazan kalasınıñ salınuı turında bik küp rivayatlär saklangan. Alarga ışansañ, Kazan
"Altın balık" eläkkän urınga salıngan, Kazan "Altın kazan" suga batkan urında
korılgan, Kazan "Kazan kaynap çıkkan" urında tözelgän, Kazanga "Elan tavı"nda nigez
salıngan, Kazan "Et üläksäse" salıngan nigezdä kalkıp çıkkan.
Dönyanıñ ber genä şähäre dä şulkadär küp rivayatlärgä iya tügelder. Şunısı küñelgä
şom sala, bu rivayatlärneñ barısı da nindider şaukım belän sugarılgan. Alarnı kem
uylap çıgargan, alarnı kem icat itkän, bu rivayatlär çınbarlıkka turı kiläme, ällä
alar xalık xıyalı cimeşläre genäme? Bigräk tä ike vakıyga küñelgä tınıçlık birmi
yödätä. Berençe bina nigezenä et suep salıngaç, xannıñ äytkän süze: "Bu kala etlärgä
kala ikän". İkençese: elannarnıñ barısı da yanıp ülgäç, kanatlısı uttan çıgıp havaga
kütärelä häm kıçkıra: "Min sezgä meñ eldan soñ äylänep kaytam äle!"
Elan yöz el yaşäsä, ajdahaga äverelä, ajdaha meñ el yaşäsä yuxa elan bula digän
ışanu bar xalıkta. Dimäk,1000 ellıkta ajdaha yuxa elan bulıp Kazanga üç alırga
kaytaçak. Bu turıda uylasañ, bala yonnarı kabara, tän çımırdıy başlıy. Yuxa elan
güzäl kız kıyafätenä kerep, millätneñ gayrätle bahadirların korıta, çeretä, hälak
itä ikän. Ällä, minäytäm, çınnan da, rivayat çınbarlık turında bäyan itäme? Ällä
Yuxa elannar inde ällä kayçan Kazanga kaytkanmı?
Şunısı raslangan xakıykat, Kazan şuşı urınga salıngannan birle gel faciga kiçergän
şähär. Anı talagannar, cimergännär, yandırgannar, anıñ xalkın kırgannar,
kızların-güzällären kuıp alıp kitkännär.
Nigä soñ Kazan kalası şuşı kara täkdirgä duçar bulgan?
Kazan kalası küllär, elgalar uratıp algan kalkulıkka urnaşkan, yagni, Kazan - su
yulına korılgan şähär. Kırıy bakçanı ütkäne dä, sütkäne dä talıy. Bu şähärne İdel
elgasınıñ öske yagınnan töşkän urıs uşkuynikları (yulbasarları) ütkändä dä, sütkändä
dä baskan, talagan, yandırgan.
Şuşı baskınçılıkka karşı cavap yauları bularak, Kazan üze dä kürşe-tirä talauçılarga
yau çapkan. Tarix xäbär itkänçä, sugışlar kübräk çit tufrakta tügel, Kazan kapkası
töbendä bargan, yagni yau belän Kazan barmagan, kürşelär yau belän Kazanga kilgän.
Fajigale vakıygalar tezeme
1229 - Kazan ilçeläre kenäz Yuriy Vasileviçka solıx sorap kilä.
1230 - Urıslar Kazanga yau belän kilä. Şul sugışta urıs bahadirı, kenäz Avra Avralin
hälak bula. Anıñ cäsäden Vladimir şähärenä alıp kaytıp Bojya Mater (Alla Anası)
çirkävenä kuyalar.
1374-90 - köymä belän kilep, Kazannı uşkuyniklar talıy. Kazan xökemdarı alarga 300
sum akça birep kotıla. Annan talauçılar ikegä aerılıp, ille köymä İdelgä, Saray
kalasına, kırık köymä İdelneñ yugarı yagına tatarlarnı talarga kitälär.
1375 - Urıslar Kostromadan kilep Kazannı talıylar.
1376 - Olı kenäz Dmitriy Suzdalskiy üzeneñ ulları Vasiliy belän İvannı Kazanga yauga
cibärä. Bu yaunıñ başında kenäz Dmitriy Volınskiy tora. 16 martta yau Kazanga kilep
citä. Kazandagı türälär - Xösäen belän Möxämmät soltannar Dmitriy İvanoviç belän
Dmitriy Konstantinoviçka meñär sum, gaskärgä 300 sum akça birep kotılalar.
1391 - Novgorod uşkuynikları Kazannı talap kitä.
1395 - Kenäz Yuriy Dmitrieviç Kazannı xärabälär xälenä kiterä.
1398 - Olug kenäz Vasiliy Dmitrieviç tuganı Yuriyne Kazan östenä cibärä.
1399 - Vasiliy Kazanga baskınlık itä, küp äsirlär alıp kitä.
1408 - Kazan täxetenä Gıyasetdin utıra. Ul 1425 ellargaça Kazan ile belän idarä itä.
Kazannan 50 çakrım eraklıktagı Xäerbi avılı yanında xäzinä tabıla. Xäzinädä
1408-1420 ellarda Gıyasetdin iseme belän koelgan täñkälär küp bula. Çama belän
xäzinä 1420 elda, yagni Kazanga olı yau kiler aldınnan kümelgän. Anı Gıyasetdin
zamanasında kümgän iyase dä kazıp ala almagan. Dimäk, Kazannı gel yaular borçıp
torgan. Xudyakov Gıyasetdinnıñ 1437 elda ülgänen raslıy.
1425 - Kazan täxetenä (Alibäy, Galimbäk, Gali baba isemnäre belän 1391 eldan uk
mäglüm şäxes) Gabdulla uglı Galibäy utıra.
1429 - Galibäy (Älibaba, Älibäk) vakıtında urıslar Kazanga yau çaba. Galibäy alarnı
Kostromaga çaklı kuıp bara.
1445 - Galibäy vafat bula.
1445 - Kenäz Vasiliy Kazan cirenä höcüm itä. Olı Möxämmät gaskärläre Vasiliy
gaskärlären tar-mar itä. Vasiliy yaralanıp, äsir töşä.
1467 - Mäskäü kenäz Obolenskiy citäkçelegendä gaskären Kazan östenä cibärä.
1468 - Mäskäü padişası İvan III Kazanga yau säfärenä çıga. Kazan ciren talap, küp
äsirlär alıp kitä.
1468 - Fedor Xripun Kazan östenä yau belän kilä.
1969 - Konstantin Bezzubov citäkçelegendäge (İvan III) gaskär Kazanga höcüm itä.
1477 - İvan Kazanga höcüm itä. İbrahim xan höcümne kire kaytara.
1487 - Mäskäü yavı Kazanga kilä. Urıslar Kazannı ala.
1489 - Mäskäü gaskäre Kazan bilämälärenä basıp kerä.
1495 - Seber xanzadäse Mamık xan Kazannı ala.
1497 - Mäskäü gaskäre Möxämmäd Äminne xan itep kuyu sıltavı belän Kazan eçenä kerä.
1500 - Nugaylarnıñ Kazanga höcüme.
1502 - İvan III yaña xan kuyu sıltavı belän Kazan östenä yau cibärä.
1506 - Vasiliy kenäz Kazan östenä kilä. Urıs gaskäre ciñelep kaytıp kitä. Möxämmäd
Ämin xan täxettä utırganda şunnan soñ zur sugışlar bulmıy. Mäskäü Kazanga höcüm
itmi.
1521 - Mäskäüneñ Kazanga höcüme.
1523 - Mäskäü yavı.
1524 - Mäskäü yavı.
1530 - Mäskäü yavı .
1546 - Mäskäü yavı.
1548 - İvannıñ Kazanga höcüme. Ciñelep kaytıp kitä.
1549 - İvannıñ Kazanga nıklı äzerlek belän yau yörüe.
1550 - Kazan kapkası yanında zur sugış.
1551 - Kazan kapkası yanında katı sugışlar.
1552 - Mäskäüneñ Kazanga aktık höcüme. Kazan alına. Cimerelä, irläre suela,
xatın-kızların kuıp alıp kitälär, Kazannı taş östendä taş kaldırmıyça cimerälär.
1553 - Tatarlarnıñ urıs baskınçılarına karşı baş kütärüe. Fetnä başında Äkram Gali
bäk (Söembikä xanbikäneñ enese). Gıysyançılar kırılıp betä.
1554 - Tatarlarnıñ baş kütärüe. Citäkçese Mämiş Birde. Räximsez bastırıla.
1555 - Fetnä başlıkları: Känä bäk, Korman Gali bäk, Kolay mirza,Çäbäk mirza. Alar
şul sugışta şähid kitä.
1556 - Däülätkäy mirza citäkçelegendäge fetnä . Räximsez bastırıla.
1557 - Fetnä başında Äxmäd Bahadir tora, baş kütärüçelärne kulga alalar, başların
kisälär. Mixail Xudyakov yazuına karaganda, 1553-1556 ellar arasında ber millionnan
artık tatar keşese üterelgän.
1572 - Fetnä - bastırıla.
1573 - Fetnä - bastırıla.
1582 - Tatar, çuaş, çirmeş, marilarnıñ berläşep baş kütärüe. Räximsez bastırıla.
1592 - Tatar, çuaş, çirmeş, marilarnıñ berläşterelgän baş kütärüe. Bastırıla.
1615 - Fetnä başında Can Gali batır. Äsir alına, asıp üterälär. Can Gali batır
vafatınnan soñ da bu fetnä 1619 elga çaklı dävam itä.
1606 - Bolotnikov citäkçelegendäge baş kütärüdä tatar bik küp bula.
1662 - İdel-Çulman buylarındagı fetnä, citäkçese Xäsän Karaçura.
1667 - Bulavin citäkçelegendäge fetnädä tatarlar bik küp katnaşa.
1682 - Tilekäy Sägıyt batır fetnäse.
1705 - Aldar Küçäm bäk fetnäse.
1707 - Stepan Razin fetnäsendä tatarlar bik küp katnaşa.
1735 - Akay belän Gabdulla batırlar fetnäse
1736 - Yosıf Arık belän Cıyganbay fetnäse .
1755 - Batırşa (Gabdulla Gali) fetnäse. Batırşanı zindanda üterälär.
1772 - Emelyan Pugaçev yavınıñ 80 protsentı möselman xalkı bula.
1778 - Zur çualış
1885 - Söläy batır citäkçelegendäge kütäreleş.
1896 - Zur fetnä.
1918-1922 ellardagı tüntäreleştä häm Urta Aziyagä cibärelgän tatar egetläreneñ
kırılışı. Bägzeläreneñ äytüenä karaganda, ul sugışta 14000 tatar egete hälak bulgan.

1930-1940 - Stalin tarafınnan oeştırılgan näsel kırış.
1941-1945 - Frontnıñ iñ algı rätenä kuep, tatarlarnı kırdıru. Näbi Däüli äytüençä,
bu sugışta 2 mln. tatar hälak bula.
1944 - Kırım tatarlarınıñ kuıluı, yulda barganda yartısınıñ hälak buluı.
Cädvälne (tablitsanı) Hadi Atlasi, Mixail Xudyakov, Nadir Däülät äsärlärennän
faydalanıp tözüçe - Rabit BATULLA.

Tatarlarda islam Dini

Tatarlarda Islam Dini


http://f27.parsimony.net/forum67368/messages/4268.htm
ıüüTatarlarda islam Dini


Makale Yazarı: Hatip Minnigulov -Aktarma- Tarih, Gün ve Saat : 31.
Ağustos 2004 02:11:31:
Yanıt Verilen Makale: Saraybosna'da Gerçekleştirilen 4. Avrasya İslam
Şurasy Toplantısının Ardından <4267.htm> makale yazarı: Harun Özdemirci
-Aktarma- Tarih, Gün ve Saat : 31. Ağustos 2004 02:08:00:
islam dininin, bizim ecdadımız tarafından ne zaman, nasıl kabul
edildiği, idil-Yurt'ta (Volga boylarında), Kur'an-ı Kerim'in ne şekilde
yaygınlaştığı, Tatar Manevi hayatındaki rolü hakkında, Orta çağ Arap, Fars ve
Türk kaynaklarında, ayrıca, Tatar yazılı belgelerinde oldukça fazla
bilgi bulunmaktadır. Şihabeddin Mercani, Rizaeddin Fehreddin, Musa Bilgi,
Zakir Kadiri, Morad Remzi ve bazı başka Tatar aydınları, onları
araştırma ve inceleme faaliyetlerini, XIX. Yüzyılın ikinci yarısı ve XX.
Yüzyılın ilk çeyreğinde başarılı bir şekilde başlatmışlardı. Ancak, Ekim
inkılabından sonra bu kutsal iş, kısmen yerinde kaldı. Hükümetin dine,
ayrıca islam'a karşı acımasız savaşı, acıklı neticelere sebep oldu. Cami
ve medreselerin, din ehillerinin çoğu, Arap yazısıyla yazılı kitapların
büyük kısmı yok edildi; alfabeyi değiştirme mankutluğa yol açtı;
inançsızlık, Ruslaştırma yaygınlık kazandı.
Nihayet, son 7-8 yıl içinde, Tatar tarihi, bilinçsizlik uykusundan
uyanmaya başladı. Milli mektepler, cami ve medreselerin açılması, islam ve
onun tarihi ile ilgilenilmesi, "Kur'an", dini edebiyat yayınlarının
basılması v.b. bunun açık göstergesidir. Ancak, özellikle dini eğitim
gören ilahiyatçılar ve din ehilleri, fevkalade azdır. Onlar da daha çok
teşvik ve günlük işler ile meşguldürler. islam dininin aslını, tarihini,
felsefi temellerini, Tatarların arasındaki rolünü, ilmi olarak araştırma
ve öğrenme işi ise, şimdilik çok zayıf durumdadır. Benim konuşmam, bu
konudaki düşünce ve arayışların, sadece bir tecrübesi olarak
değerlendirilmelidir.
* * *
Bizim ecdadımız, islam dinini ne zaman kabul etmişler acaba? Buna,
halkın cevabı doğal olarak 922 tarihi olacaktır. Temel delil olarak ibn-i
Fatlan'ın idil Bulgaristanı'na gelmesi hakkındaki seyahatnamesi
alınıyor. Ancak, bu tarih ulu hakikatin sadece bir tarafını göstermektedir.
çünkü, islamiyet'in resmi olarak kabul edilişinden ilk olarak burada
bahsediliyor. ikinci olarak, idil-Yurt'a, islam, ibn-i Fatlan seyahatinden
2-3 asır önceden girmeye başlıyor. üçüncü olarak, Altın Orda devrinde,
yanı XIII. Yüzyılın ikinci yarısı, XIV . yüzyıl birinci çayreğinde
oluşan Tatar halkı sadece Bulgarlardan ibaret değildir. Onu meydana
getirmede, Hazar, Kıpçak, Tatar ve bazı başka kavimler de mühim rol oynuyor.
Onların ise islam dinini şu veya bu derecede kabul etmeleri değişik
devirlerde gerçekleşiyor. Dördüncü olarak, biim ecdadımızın, islam dinini
kabul etmesi, Türk dünyası ile de sıkı bağlantılıdır. çünkü, Türk
kavimleri, birbiriyle çeşitli bağlantılarda bulunmuşlar, bir çok zaman kendi
aralarında kaynaşarak, aynı devletlerin çatısı altına girmişlerdir.
Tarihte bir çok göçerlerin yaşandığı bellidir.
Eski Türkler arasında Mecusilik, Budizm, Hıristiyanlık, Yahudilik,
Zerdüştlük, Maniheizm ve bazı başka dinlerin şu veya bu derecede yaygınlık
kazandığı ve kabul edildiği bilinen gerçeklerdendir. Ancak, çok eski
devirlerdeki Mecusiliği hasaba katmazsak, bu dinlerin heçbiri ciddi
olarak, tatarların manevi dünyasında yerleşmemiştir. Bu şans ise sadece
islam dinine nasip olmuştur. Böylece islam'ın, günümüzde, Türk dünyasının,
dolayısıyla Tatarların da bin yıldan beri manevi dünyasını teşkil eden
temel inancı esas dini olduğunu belirtebiliriz.
islam'ın bizde kabul edilişi ve halk içinde yaygınlık kazanması,
ticari, iktisadi, siyasi, kültürel ve başka faktörlere bağlı olarak
gerçekleşmiştir. Burada Arap-Fars dünyasının maddi ve manevi yönden gayet büyük
gelişmeye erişmesi de mühim rol oynuyor. Ama en önemlisi ve
etkileyicisi şudur: islam dini, insanın, canı, ruhu, davranış biçimleri, adap ve
ahlakı, başka bir ifadeyle, cemiyet gelişiminin insani değerleri ile
sıkı bağlantıdadır. Bunun için de o, insanları, hangi kavimden, sınıftan
olmasına bakmadan, kendine mıknatıs gibi çekiyor. şunu da belirtmek
önemlidir ki, VII-VIII asırlarda Mecusi Türklerde Gök, başka ilahi
güçlerden farklı olarak, Ulu Tanrı şeklinde değerlendiriliyor. Bu da temelinde
tek tanrıcılık fikrinin bulunduğu islam dinini kabul ederken,
psikolojik olarak olumlu etkilemiştir. Ondan önceki Arapların ve Türklerin
içtimai beşeri ve manevi yaşayış tarzlarında bazı, tipolojik ortaklıkların
ve benzerliklerin de bulunduğunu unutmamalıyız.
Bugünkü Tatarların ataları, islam dini ile, Türk dünyasında ve Arap
olmayan kavimler arasında en son başta gelenlerden olup ilgilenmeye
başlıyorlar. Malum ki, VII. Yüzyılın ikinci çeyreğinde, tam olarak 632
senesinde, Kubrat Han önderliğinde "Büyük Bulgar" devleti kuruluyor. O, Azak
Denizi, çevresini, Taman Yarımadasını, Don'un aşağı kısmını ve Kuban
boylarındaki yerleri kapsıyor. Bu memlekette dahi, islam taraftarlarının
olduğu biliniyor. ünlü "Kubrat Han Hazinesi"nde Arap bölgesi ile bağlı
eşyaların bulunması da bunu gösteriyor. VII. Yüzyılın ortalarında
"Büyük Bulgar" devleti ortadan kaldırılıyor ve onun topraklarıyla halkı,
Hazar Kağanlığı hakimiyeti altına giriyor. Bizim atalarımızın yaklaşık üç
asırlık tarihini de kapsayan Hazar devleti, Avrasya'nın o zamanlardaki
en büyük devletlerinden olmuştur. Bu devletin halkı, etnik ve dil
bakımından birbirine yakın olan Hazarlar ve Bulgarlardan oluşuyor.
Hakimiyet, Hazarların elinde bulunduğundan, devletin sınırları içine dahil olan
başka kavimlere de çoğu zaman "Hazarlar" denilmiştir.
islam dini Hazar Kağanlığına, "Büyük Bulgar" devletinin var olduğu
yıllarda, yani VII. Yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren girmeye başlıyor.
Müslüman Doğu dünyası ile münasebetlerin artması, bu sürece daha da
hızlandırıyor. VIII. asrın birinci yarısında, artık idil-Yurt'ta
Müslümanların kalabalık olarak yaşadıkları biliniyor. Arapların komutanı Mervan zaferlerinden sonra, yani 737 yılında / bundan 1260 yıl önce / Hazar
Hakimiyeti islam dinini resmi şekilde de kabul ediyor. Ne yazık ki, bu
önemli tarih, bugüne kadar Türk ve Müslüman cemaati itibarın dışında
kalıyor.
Hazar kağanlığında değişik dinlerin mensuplarının yaşadığını da
unutmamak gerekir. El-Mes'udi'nin yazdığına göre /943-937 yıllarında, devletin
başkenti idil'de, "Müslümanlar, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Mecusiler
yaşamaktadır." "Padişahın tebaası altındaki halkın çoğunlu, ayrıca Saray
halkı, ordu ve ordu mensupları, Müslümanlardır... Bu yüzden, itil
memleketinde üstünlük. Müslümanlardadır."1 şunu da belirtmemiz gerekir ki,
kağanlıkta dini özgürlük korunuyordu. Aynı durumu daha sonra Altın Orda
devletinde de görebiliyoruz.
IX. asırda Orta idil'de, Bulgar memleketi kurulmaya başlıyor. O
önceleri hazar devletine bağlı oluyor. 970 yılında kağanlık ortadan kalkıyor.
Oradaki Hazarların bir kısmı Bulgarlaşıyor. Bir kısmı da
Kıymak-Kıpçaklarına karışıyor. L.Gumilev, Astrehan Tatarlarını, doğrudan doğrudan doğruya Hazarların varisi olarak da görmektedir.
1240 yıllarına kadar yaşamış Bolgar memleketi hem devletçilik hem de
manevi miras bakımından Hazar Kağanlığının devamı olarak karşımıza
çıkıyor. Bu konuyu alimler de hatırlamaktadırlar. Daha ibn-i Faldan seferine
kadar, islam dininin yaygınlık kazandığı, cami ve medreselerin
bulunduğu Orta çağlardaki birçok kaynakta kayıtlıdır. Devlet bağımsızlığına
kavuştuktuk tan sonra, Orta idil'de islam medeniyeti çiçek açıyor. Burada
fen ve edebiyat alanında çeşitli eserler yazılıyor. Mesela, Taceddin
Bolgari'nin, yaklaşık 1219 yıllarında, Arap dilinde yazdığı,
"Et-tiryakel-kabir" adlı eseri, zamanında şark tıbbındaki çok değerli
kitaplardandı, (Tahran'daki Sanat Kütüphanesinde bulunan bu kitap 1997 yılında Rus ve Arap dillerinde Kazan'da neşredilmiştir.)
Tatarların oluşumuna katkıda bulunan üçüncü önemli etken veya unsur,
Kıpçaklardır. Kıymak, Hazar ve başka memleketlerde yaşayan bu kavim,
genelde göçer konar hayat tarzını sürdürüyor ve çoğunluğu Mecusi dinini
tutuyordu. Ancak, X-XI. Asırlarda, şark tüccarları, Bulgar ve Harzem
devletlerinin de tesiri ile Kıpçaklara da islam dini girmeye başlıyor. Bu
süreç XIII-XIV. Yüzyıllarda daha da yaygınlık kazanıyor.
Altın Orda devletinin kurulması bizim tarihimizin yeni sayfasını
açıyor. Belirttiğimiz gibi, dil ve etnik yönden yakın olan Bulgar, Hazar,
Kıpçak, Tatar ve başka kavimlerin birleşimiyle Tatar halkı oluşuyor.
Tatarların bir kısmı, Kaşgarlı Mahmut'un kayıtlarında gösterildiği gibi, XI.
Yüzyıllarda, özellikle, Güney Ural, irtiş illerinde yaşıyordu. Bir
kısmı da, Moğollar ile birlikte XIII. Yüzyılın birinci yarısında Sibirya
taraflarından geliyor. Kaynaklarda, Altın Orda devleti kuruluncaya
ykadar, Tatar kavminin arasında Müslümanların sayısının oldukça az olduğu
görülmektedir. Ancak, idil Yurt'a Doğudan gelmiş Tatarlar, Berke Han
/1256-1266/, ayrıca özbek Han /1312-1342/ devrinde Müslüman dünyasına
katılıyor, karışık etnik süreçte mühim rol oynuyor. Bunun neticesi olarak,
Altın Ordu'nun temel halkı, Tatar ismi ile adlandırılmaya başlıyor.
idil-Yurt'un, Hazar, Bulgar çağından bizzat gelen zengin kültürel
gelenekleri ileDeşt-i Kıpçak'ın, Mısır-Suriye ile olan sıkı münasebeti,
Altın Ordu'da islam'ın temel din olmasını, islami medeniyetin ve ilimlerin
önem kazanmasını sağlıyor. Bu konuda, ibn-i Batuta, ibn-i Garebşah gibi
Orta çağ alimleriyle Emin el-Hali gibi muasır alimler aynı düşünceyi
paylaşıyorlar.
1994 yılı, Batı Sibirya Tatarlarınca, islam dininin kabul edilmesinin
600. yıldönümü olarak belirlendi. Ancak burada, tek taraflı olarak
sadece XIV. Asır sorunda değil, ondan çok önceleri, Bulgarlarla şark
tüccarları aracılığıyla, yaygınlık kazanmaya başladığı bilinmektedir.
XV. yüzyılın ortalarında Altın Orda devleti devriliyor. Onun yerine,
Kırım, Kazan Asterhan, Noğay, Sibir, Kasıym, Ulu Orda gibi devletler
kuruluyor Tatar hanlıkladı diye adlandırılan bu devletlerde, islam dininin
temel din olarak, hak arasında yaygınlık kazandığı bilinen gerçektir.
Mesela, şerifi'nin "Zafernami-i Vilayeti Kazan" adlı eserinde /1550/,
"Kur'an" ayetlerinin yazılı olduğu görülüyor; ayrıca, Kazan'ın, çok
eskiden beri hanlığın başkenti; "eskiden beri islam şehri olduğu", kafir
ülkeleri ile de "sınırdaş" olduğu belirtiliyor.
Kazan hanlığı, Asterhan ve baka Tatar devletleri devrildikten sonra,
Tatarlara ve islam'a karşı korkunç güreş, jenosit siyaseti başlar. Cami
ve medreseleri yıktırma, kitapları yok etme, ruhbanları asıp kesme,
Tatarların kutsal yurtları ve mezarlıklarının yerine kilise ve manastırlar
yaptırma, zorla haç çektirme, Hristiyan dinine garşı baş kaldıranları
yaşadıkları yerlerden sürgan etme, büyük vergilere bağlama gibi
yüzyıllardır süren asimle politikası Rusya imparatorluğu için has
görünüşlerdir. Haç çektirme, arkasından Ruslaştırma siyaseti amele aşırmakta çarlık hükümeti, Kreşin Tatarları için ayrı bir kolaylıklar da yaptı. Onlar
için ayrı okullar açti, Rus harfleri ile kitap, dağıttı... Ama çarlık
memurları, Hristiyan misyonerleri ne kadar çalışsalar da, Kreşin
Tatarlarının, atalarının diline, dinine sadık kaldığı bilindiği gibi, tekrar
islam'a döndükleri vak'alarına da rastlıyoruz.
Kreşin Tatarları hakkında söz açılınca, bir meseleye açıklık
getirilmeli. "Biz çok eskiden beri Grosnıy'a Ё[Korkunç'a] kadar bizzat "Kreşin idik" diyenler var. Ancak, bu fikrin belirli bir kısmı doğrudur. çünkü
Hazar, Bulgar, Altın Orda, Kazan hanlıkları çağlarında itil-Yurt'ta,
Hristiyan dinini tutanlar çok az idi. Bunların bir parçasını da Tatarlaşmış
Fın-Ugur kavimleri teşkil ediyor. Haç çektirme, Hristiyan dininin zorla
kabul ettirilmesi Tatar devletleri devrildikten sonra başlıyor. Bunun
neticesinde Kreşin Tatarları, asıl XVI. Asrın ikinci yarısında, XVIII.
Yüzyılda meydana geliyor. Bu konu, arşiv belgelerinde, çok sayıdaki
tarihi belgelerde geçmektedir.
Meşhur misyoner N. ilminski'in /1822-1891/ "Tatarlık islam ile
Güçlüdür" ifadesi, siyasetinin asıl amacını anlamaya yardım ediyor. islam dini
mensuplarını ezme, islam'nini, dilini, milli varlığını yeni çağa kadar
koruyabildiler. Biz bu kutsal işleri, fedakarlıkları için onlara
teşekkür borçluyuz.
Günümüzde, Tatarların genel sayısı açıklanmamıştır. istatistiklere göre
Tatarların sayısı on milyon civarında değişiyor. Bunun birkaç on
bununu, XIV. Asır XV. Yüzyıllarda Altın Ordu'dan göç eden, zamanla dilerinin
kaybeden, ancak islam dinine günümüze kadar sadık Polonya-Litvanya
Tatarları teşkil ediyor.
* * *
islam, bin yıldan fazla zaman zarfında, yaşayış biçimimize, dilimize,
örf-adetlerimize, fikirlerimize, kültür hayatımıza gayet güçlü bir
şekilde tesir etmiş. idil-Yurt'ta, Arap ve Farisi dillerini öğrenme, Hazar,
Bulgar çağlarından başlamıştır. Arapça bilme, o dilde okuma, yazma Ekim
Devrimine kadar aydın olmanın temeli olarak itibar görüyordu.Türk-Tatar
dillerindeki yazmalar dışında, bizim kütüphanelerde Arapça ve Farsça
kitaplar da dünya kadar çoktur. Onların bir kısmı Tatar alimleri /G. Utız
imeni, G. Kursavi, ş. Mercani, M.Bigi v.b./ tarafından yazılmış.
Dilimize girmiş çoğu Arap ve Farisi alıntılar devamlı kullanılmanın
sonucunda, Tatar sözlüğüne kazandırılmıştır. Bu yazı, Tatarlara bin yıldan fazla hizmet etmiş,XX. Yüzyılın 30'lu yıllarına kadar temel alfabe olarak
kullanılmıştır. Bizim yazma mirasımızın çok kısmını, Arap alfabesiyle
yazılmış eserler teşkil ediyor. islam dini ayrıca edebiyatta derin iz bırakmıştır. çoğunlukla konular,vak'alar, motifler "Kur'an"dan alınmıştır. Biz bunu, Kölgali, Muhammediyar, Utız imeni, Tukay ve başka büyük alimlerin eserlerinde açıkça görüyoruz, ve ondaki fikir ve estetik zenginlik Tatar yazarlarına, ilham vergiş, sanatta doğru yönelişe sürüklemiş, kişinin, hayat olaylarını aydınlatmada, değer vermede orijinal bir kaynak olmuştur.2
* * *
Bilindiği gibi, islam dininin özünü, aslını "Kur'an" teşkil ediyor.
Dolayısıyla, islam'ın girmesi, yayılması, yaşayışı ve yaşanılması, bu
kutsal kitap ile doğrudan doğruya bağlıdır. Adet olarak, islam aydınları,
"Kur'an"ın, orijinalinden okunması gerektiğine inanmışlardır. Onun
anlaşılmasının, benimsenmesinin kolaylaşması için Arapça çeşitli tefsirlerin
yazıldığı malumdur. idil-Yurt'ta da "Kur'an"ın orijinalden okunması çok
yaygındı, O'nu alimler hattatlar kendi soydaşları arasına,
istinsahlarını yaparak, dağıtmışlardır. Mesela, alim, maarifçi Kayüm Nasıyri
/1825-1902/ Höseyin isimli babasını hayatı boyunca birkaç yüz'ü istinsah
ettiğini hatırlatıyor. XVII. Yüzyılda yaşamış din adamı ve öğretmen Yunuz
bine ivanay'ın da mukaddes kitabın istinsahıyla ilgilendiği biliniyor.
Tatar tarihined bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Rusya'da "Kur'an" orijinal basmalarının yapılmaya başlaması XVIII.
Yüzyılın sonlarında XIX. Yüzyılın başlarında görünmeye başlıyor.
Sant-Petersburg'da 1787 yılında neşredilmiş olan ilk basmanın baskı adeti çok
azdır. Onun hakkında ayrı malumatlar vardır. XIX. Yüzyılda, XX. Yüzyılın
başında Kazan basımevlerinde yayımlanan kutsal kitaplar sadece Tatarlar
arasında değil, islam, dünyasında yaygın olarak biliniyordu. Biim
halkımızın, istanbul, Kahire, Hindistan basmalarından da faydalandığı
malumdur. Finlandiya'da yaşayan soydaşlarımızın /Hasan Hamidtilla v.b./
neşrettikleri "Kur'an" nüshaları itil-Yurt'taki Müslümanlara da ulaşıyordu.
Son yıllarda mukaddes kitap Tatarlar tarafından arka arkaya bastırıldı.
Acaba, "Kur'an" Tatarca'ya tercüme edilmiş mi? Her hangi bir şekilde
onun üzerine çalışma yapılmış mı? Bunun gibi cevap olarak, Nuriya
Girayeva'nın ilgk incelemelerini hesaba almadığımızda, bu meseleye hemen hemen
hiç değinilmemiştir.
Sadece, başka halklara değil, Arapların kendileri için de "Kur'an"ı
anlama, anlatma, kolay değildir. Dolayısıyla çeşitli tefsir kitapları
yazılmıştır. Bu, ayrıca, Arap olmayan başka islam toplumlarına özgü bir
olaydır. Bunu biz Türk-Tatar tarihinden de görebiliyoruz. Mesela, Altın
Orda alim"i Mahmud Bulgari kendisinin "Nehcel-Feradis" adlı eseinde
/1358/ hadislerden, mukaddes kitaptan, Arapça parçalar vererek, onları
Türkçe anlatıyor. Böyle örneklerle, Seyf Sarayi /1321-1396/, Möhemeddyar
/1497 ve XVI. Yüzyılın ortaları/,
Ebelmenih Kargalıy /1782-1833/ ve başka alimlerin eserlerinde de çok
karılaşıyor. özel tefsir çalışmalarının yapıldığını biliyoruz. Alimlerin
belirttikleri gibi, 1507 yılında Kazan'da Tatar Türkçesinde tefsir
yazılıyor, 1552 yılında "Hadisler Cıentığı (Hadisler Kitabı)"
yapılıyo.3Devlet ve özel kütüphanelerde "Kur'an"la ilgili el yazma tefsir eserleri
oldukça çoktur. Son asırda basma şeklinde olarak yayımlanmış tefsirlere
de rastlanıyor. Mesela Yahşıbay4 Medresesi'nin müdirrisi, şeyhülislam
Hemidi /1869-1911/5,1907 yılında Kazan'da, "Kur'an"ı Tatarca
anlatma-şerhleri ile bastırıp çıkartıyor. Bu kitab 1985 yılında Katar'da tekrar eşredilmiştir6
Tatarlar arasında son on yılı içinde "Tefsire Nogmani" metni de çok
rağbet görmektedir. O 1959 yılında Finlandiya'da da basılmıştı "Kur'an
Tefsiri" ismiyle Nugmani yazması (o kutsal kitabın tam tefsirini
kapsamakta) 1994 yılında Kazanda da 100 bin adet basıldı. Onun çalışmasında
Arapça metinler yoktur. "Kur'an"ın nahiyeti, sureler ve ayetler,
orijinalindeki sırasıyla Tatarca anlatılıyor.
XX. asrın başında milli bilincin artmasıyla, iç ihtiyaçlara göre,
"Kur'an"ın tercüme edilme meselesi gündeme geliyor. Ancak, bu meseleye
bakışlar değişiyordu. Bazıları kutsal kitabı, Tatarca'ya çevirmeye tamamen
karşı çıksalar da bazıları destekliyorlardı. Bu şartlar altında
"Kur'an"ı, birkaç kişi Tatarca'ya tercüme etmiştir. Bunlar arasında ayrıca ünlü
alim, filozof, muallim, ilahiyatçı Musa Bigi'nin (1875-1949)
faaliyetleri önemli yer alır Mısır'da, Arabistan'da öğrenim görmüş olan bu şahıs,
Arap dilini, kültürünü pek iyi biliyor. Onun "Edebiyat-ı Arabiya ili
Umum-i islamiye.."si (Kazan, 1908. s.72), Al-Mağarri'nin eserlerinin
tercümesi kapsamaktadır. "Al-Luzumiyat" (Kazan, 1907, iki cilt.) ve başka
kitapları aydınlar tarafından iyi bilinmektedir. 1910 yılının başında
m.Bigi, "kur'an"ı Tatarca'ya tercüme ederek, neşrediyor. Ancak çeşitli
sebeplerden dolayı kitabın sadece bazı nüshaları okuyuculara ulaşıyor.
Buna rağmen, M.Bigi'nin tercümesi kamuoyunun dikkatini kendisine çekiyor.
Bazı şahıslar onu destekliyor (F.Gıysmeti...), bazıları karşı çıkıyor
(S.imankulov...), bazıları da onun eksik taraflarını öne sürüyordu. G.
Tukay. "Yalt-yolt" dergisi muhabiri Ahmed Urmançiyev'e (1879-1922)
yazdığı mektubunda (11.05.1912), Musa Bigi'nin tercümesini pek destekleyerek
yazılar yazmamaya ve ona "objektif" bakmaya tavsiye ediyor. "çünkü onun
dili yok"tur diyerek, bu konudaki fikrini şöyle açıklıyor: "Okuyarak,
"Kur'an"ın adilliği öğrenilsin, halk ondan dönsün ya da iyiliğini
anlayarak, ihtida etsin (doğru yolu bulsun,- H.M.) diyen maksatların her
ikisine de hizmet edemiyor... Rusya'da "Kur'an"ın tercüme edilmesi
gerekiyorsa, o zaman, tercüme etmeye en layık kişi Rıza Kadı (Rızaeddin
Fahretdin.-H.M.)dır. çünkü o "Esma", "Selime" gibi kitaplarıyla kuve-i
-tehriye (yazı güçü.H.M) ve hatta şiirden anlayan biri olarak açık ifadeli
yazma tarzına sahip (üslubu. H.M.) sade ve güzel yazan bir yazardır. Yoksa
onun Arapça bilgisi Musanınkinden eksik mi? "Yeni" diyerek, her şeye
hayran olmamak ve ayrıca da Kazan basımının gerçekçi bakıştan ayrılmaması
gerekiyordu.7
10. yıllarda K.Motığıy, F.Gıysmeti "Kur'an" dan başka tercüme
örneklerini okuyuculara takdim ediyorlar. Bunlarla ilgili tanınmış şahıs Fakih
Emirhan 1916 yılında "An" dergisinde "Tercüme-Tefsir" isimli mahsus
makale örneklerini okuyuculara takdim ediyor. Bu yazısında yazar kutsal
kitabı tercüme etmenin zaruri olduğunu testeklese de bu işin ciddi ve
sorumlu iş olduğunu ifade ederek, "Kur'an"ın gayet fasih Arap dilinden
tercüme ederken, Tatar dilinin fesahat (edebi, incelik H. M.) tarafı çok
büyük dikkat ve uyum ile takip edilmezse (göz önünde bulundurulmazsa. H.
M.), "Kur'an"ın aslındaki güzelliğinden tercümenin tamamen mahrum
kalacağını, yoksa "Kur'an" terçemesinin kullanılmasında, yaygınlaşmesinda
çok büyük zarar verileceğini belirtiyor.8
F. Emirhan'ın bir fikri daha çok enteresan ve önemlidir. Onun fikrine
göre "Kur'an" . Esadece bir kişinin tarafından tercüme edilmemeli. Bu
işi uzmanların ev ediplerin birlikte yapmaları, sonunda dikkatlice gözden
geçirmeleri şart. Sadece bunlar yapıldıktan sonra "Kur'an" tercümesini
yayınlamak mümkündür. Her Arapça bilen şakirt bu işe alınırsa sonu
tehlikeli olur. F. Emirhan "Kur'an"ın sadece tek bir tercümesinin olmaması
görüşünü savunuyor.
"Kur'an"ı, Tatar diline Burhan şeref (1883-1942), Murad Remzi
(1955-1943) ve bazı başka aydınların tercüme ettikleri de de bellidir. Ancak
onlar büyük ihtimalle neşredilmemiştir. Onun için şimdilik bu metinler
hakkında fikir sahibi değiliz.
"Kazan Utları" dergisinin 1991 tarihli 9.-10. sayılarında Enver Hayri
tarafından "Kur'an"nın 75-114. sureleri neşredildi. Orada metinler önce
orijinalde (Arap yazısıyla ve transkripte), sonra Tatar dilinde
veriliyor. Tercümeler içindekileri, fikirleri nispeten kapsamlı ve eksiksiz
yer alması, dilinin anlaşılır almasıyla olumlu etki bırakıyorlar. Ancak
"fesahat" tarafın geliştirme yönünde düzeltilmesi gerekmektedir.
"Kur'an"ın tercümelerinden bahsederken, onun Rusça baskılarından da söz
etmek gerekir. çünkü Tatarların bir kısmı, ayrıca son dönemlerde kutsal
kitabın Rusça baskılarına da müracaat ediyorlar.
Alimlerin belirttiklerine göre, "Kur'an" Rus dilinde ilk defa 1716
yılında neşrediliyor. Onu, P. Posnikov adlı bir kişi Fransız dilinden
aktarıyor. Daha sonraki baskıları, daha çok, Batı Avrupa dillerinden tercüme
ediliyor. Kazan üniversitesi profösörü A.Kazembek geçen asrın
ortalarında "Kur'an"ın ilk kısımlarını orijinalden Rusça'ya aktarıyor. XIX.
Asrın ikinci yarısında bu faaliyet, G. S. Sablukov (1804 - 1880) ve general
D. N. Boguslavski (1826 - 1893) tarafından devam ettiriliyor.
Sonuncusunun 1871 yılında tamamlanan tercümesi, belirsiz sebeplerden dolayı
yayınlanmıyor. G. S. Sablukov baskısı (1878), her ne kadar dil bakımından
ağır fikri bakımdan bazı yetersizlikler taşısa bile, ilgi çevreler
tarafından olumlu görülüyor (V.Bartold. V.Rozen, A.Krımski v.b.). şunu da
belirtelim ki, tercüme sırasında G. S. Sablukov, ş. Mercani, K. Nasıri,
M. Mehmüdov ve başka bazı Tatar alimlerinin de görüşlerini alıyor.
"Kur'an"ın 1878 yılındaki Rus baskısı 1907, 1990 yıllarda tekrar
neşrediliyor. Kutsal kitabın akademik Kraçkovskiy (1883- 1951) tarafından yapılan
tercümesi şu anda "Kur'an" ın Rus dilinde ilmi, en güvenilir baskısı
sayılmaktadır. O, 1963, 1986, 1990 yıllarında yayınlandı. i. Y.
Kraçkovski tercüme esnasında "Kur'an"ın Tatarca baskılarını da göz önünde
bulunduruyor, Musa Bigi ile bağlantıda bulunuyor.
Kutsal kitabın Valeriya Porohova tarafından Rusça'ya tercümesi de
(Kor'an perevodı smıslov. M.1991 425 s.) itibara layıktır. Orada orijinalin
hem anlam hem de sanat tarafı önemli ölçüde dolu ve ustaca
verilmekteydi. şiiri satırlarda nefeslik, manevi zenginlik göze çarpmaktadır. şu da
önemli; Müslümanlığı kabul eden V. Prohova'nın bu tercümesi islam
dünyasının tanınış uzmanları tarafından da olumlu olarak
değerlendirilmiştir.
* * *
Böylece, Tatar halkı ve onu oluşturan kavimler islam dini ile,
günümüzden 13 asır önce tanışmaya başlamışlar. Yüzyılların geçmesiyle islam
dini bizim atalarımızın temel dinine, manevi kıblesine, hayatlarının
ayrılmaz bir parçasına dönüşmüştür. Onun sayesinde siz şarkın insani ve
medeni birikimlerini ciddi bir biçimde öğrenme imkanına sahip olmuşuz,

dünya uygarlığına açılmışız. islam dini bizim atalarımıza başka kavimler,
ilk olarak da Türk soydaşlarımız ile ilişki içerisinde olma kardeşçe
anlaşmak için gerekli şartları doğurmuş. şimdi ise, pek çok zorluklardan,
kayıplardan sonra, tekrar islam dinine sıkı bir biçimde sarılıyoruz. Bu
anlamada, camiler ve medreseler açılmakta, "Kur'an-ı Kerim", dini
edebiyat dağıtılmakta ve gönüllerimiz temizlenmektedir. Böylece, geleceğe
olan ümidimiz, inancımız da artmaktadır. çünkü yüzyıllar boyunca denemiş,
sınamış islam dini tekrar bizimle birliktedir.

Hatip MiNNiGULOV
Türkiye Türkçesine Aktaran: Kalamamat KULAMASHAEV*
KAYNAKLAR
Ebu Hamid el-Garnatıy'ın Bolgarga Seyahati, Kazan Utları, 1976, No:6.
s.148-156.
VALEEV, R.M., iz istonuu Kazanskogo Vostokovedeniya Seredinı Vtoroy
Polovinı XIX v., Gordiy Semenoviç Sablukov Türkolog i islamoved, Kazan,
1993, s.104.
GUMiLEV, L. N., Otkrıtıye Hazari.., M. Nauka, 1966, s.191.
GARAYEVA, Nuriya., Kak Perevesti Koran? idil, 1990, No;.5., s.37-41.
iBRAHiMOV, Galimcan, Borıngı islam Medeniyeate, Ufa, Orenbug, 1909,
s.48
ibn-i Batuta'nın Deşt-i Kıpçakda Seyahati, Orenburg, Vakit, 1917, s. 48
Kor'an Tefsire, "Tefsire Nogmani", Kazan, Tatkitneşr, 1994, s.683.
MAZiTOVA, N. A., izuçeniye Mlinego i Srednego Vostoka v Kazanskom
Universitete, Kazan, Kazan Devlet üniversitesi Yayınları, 1972, s.225
MERCANi, şıhabeddin., Möstöfadel-Ahbar fı Ehvali Kazan ve Bolgar,
Kazan, Tatkitneşr, 1989, s.415.
MiNNEGULOV, Hatıyp.,Tatarskaya Literatura i Vostoçnaya Klassika...
Kazan, Kazan Devlet Universitesi Yayınları, 1993, s.384.
MINNEGULOV, Hatıyp., "Kor'en" hem Tatar Edebiyatı, Megarif, 1993, No:3
s.15-17.
MiNNEGULOV, Hatıyp., ''Tatarlık islam Belan Köçle'', islam Dini ve
Tatar Edebiyatı, iman Nurı, 1994, No: 2,S.26-35
MiNNEGULAV, Hatıyp, SATRETTiNOV., şeyhilislam, 9. Sınıf öçen Adabiyat,
Kazan, Megarif, 1994,. S. 336.
NOVOSEL'TSEV, A. P., Hazarskoye Gosuderstvo i Ego Rol'v istorii
Vostoçnoy Yevropı i Kafkaza, M., Nauka, 1990, s.263.
Puteşestviye Abu-Hamida al-Garnati v Vostoçnuyu Yevropu (1131-1153
gg.), M., Nauka, 1971, s.136.
Tatar Adabıyadı Tarihı, 6. Cilt, Kazan, Tatkitneşr., 1984, I. Cilt, s.
575. 1986, III. Cilt, s. 600.
TAHiRCANOV, G., Tarihtan Adabiyatka, Kazan, Tatkineşr., 1979, s.167.
TiZENGAUZEN, V., Sbronik Materialov, Otnosyaşcihsya k istorii Zolotoy
Ordı, Spb, 1884, I. Cilt s.564; 194l, II. Cilt, s.308.
TUKAY, Gabdulla., Asarlar, IV Cilt Kazan, Tatkitneşr., 1997, IV. Cilt.
s. 431.
FAHREDiNEV , Rizaeddin., Bolgar ve Kazan Töreklere, Kazan, Tatkitneşr.,
1993,s. 287.
FAHREDiNEV,Rizaeddin., Altın Urda Hannarı, Kazan, Tatkitneşr., 1996.
s.127.
HUDYAKOV, M., Oçerki po istorii Kazanskogo Hanstva, Kazan, Gosiztat.,
1923, s.304.
* Kazan üniversitesi. RUSYA FEDERASYONU, TATARiSTAN.
*Gazi üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans öğrencisi,
Ankara-TüRKiYE
1 ş.Mercani, Mustafadelahber ...., 1989 s.120.
2 Bu konuda bakınız. iman Nurı, 1994, N:2,s.26-33.
3 Bkz:Tatar Edebiyatı Tarihi 1.Cilt. s.294
4 Yahşıbay: Tataristan'ın Sarman iline bağlı bir köy.
5 Aslen bu zat Bua kazasındandır ve tarihçi Hadi Atlas'ın dostudur.
6 Bkz. Miras. 1993.No.10 s.86.
7G. Tukay, Eserler, g Cilt, Kazan, 1977, 1.Cilt, s. 323-324.
8 Fatih Emirhan, Eserler, 4.Cilt, Kazan Tatkitneşr, 1986, 1.Cilt,
s.156.159.

* Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu

ceditcilik

ceditcilik

TATAR CEDİTÇİLİĞİNİN KÖKENLERİ
Ahmet Kanlıdere*

Ceditçilik nedir?
Her şeyden önce Ceditçiliğin bir tanımını yaparak başlamak istiyorum. Çünkü
Ceditçilik kavramı kesin hatları ile ortaya konmuş değil. Ceditçilik
denildiğinde çoğu zaman Rusya Türkleri arasında yenileşme hareketi
kastedilmektedir. Fakat bu, çok genel bir tanımdır ve bazen yetersiz
kalmaktadır. “Cedit” kelimesinin ilk defa ortaya çıkışı 1884’te İsmail
Gaspıralı’nın açtığı ilk usûl-i Cedit mektebi ile oluyor. “Usul-i Cedit
taraftarları” veya kısaca “Ceditçiler” tanımlaması bu tarihten sonra
yaygınlaşıyor. Ceditçilerin hepsinde değişme ve reform arzusu vardır. Sosyal
hayatın her alanında ve özellikle de eğitim konusunda reform arzuluyorlardı.
Onları en iyi özetleyen tanım, “terakkiperver” kelimesinde yoğunlaşmaktadır. O
halde, şöyle bir tanım yapılabilir: “Ceditçilik”, Batı’daki gelişmelerden
haberdar olan ve toplumun mevcut durumuyla kıyaslayınca bundan rahatsızlık duyan
aydınların, bu durumu değiştirmek yolunda giriştikleri yoğun bir entelektüel
tecessüs ve gayretler bütünüdür.
Ceditçiliği hangi tarihten başlatmak gerekir?
Aydınlığa kavuşturulması gereken bir diğer husus da Cedit hareketini hangi
tarihten başlatmak gerektiği sorusudur. Ceditçilik denildiğinde bazı yazarlar
1884 öncesine de atıf yapmakta ve bu tarihten önce yaşamış aydınları da
“Ceditçi” olarak değerlendirmektedirler. Eğitimin modernleştirilmesi anlamında
Ceditçiliğin çeyrek asır kadar daha önceye çekilmesi kabul edilebilir. Gerçekten
de 1860’larda Hüseyin Feyzhanov’un (1821-66) medreselerin ıslahı konusundaki
projesi bir başlangıç tarihi olarak alınabilir. Ayrıca, 1870’lerde Kayyum
Nasırî’nin (1825-1902) Avrupa ilimlerini Tatarların istifadesine sunma
girişimleri ve bu amaçla ders kitapları hazırlama gayretleri de “eğitimde
modernleşme” anlamında Ceditçilik alanı içine dahil edilebilir. Ancak, bu
tarihten de geriye gidilerek modernleşme endişesi taşımayan ulemanın da Ceditçi
şemsiyesi altına alınması problematik görünmektedir. Ceditçilik, Tatar uyanış
hareketinin bir uzantısı ve modernist eğilimin ağırlık kazandığı bir safhası
olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, Cedit hareketini XIX. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren başlatmak daha doğru olur kanaatindeyim.
Ceditçiliğin farklı versiyonları
Şunu da belirtmek gerekir ki, bir tek ceditçilikten değil, Ceditçi hareketlerden
söz etmek zarureti vardır. Ceditçilik, ortaya çıktığı coğrafyaya göre değişik
karakterler göstermektedir. Bunlar arasında öncülük konumu Kazan ve Kırım
Tatarları ile Azerbaycan Türklerindedir. Kazan Tatarlarının coğrafi olarak daha
geniş açılımları vardı. Batı’ya olan yakınlığının yanında, Hindistan’da,
İstanbul’da ve Mısır’da ortaya çıkan dini reformcu ve modernist hareketlere daha
fazla açıktı. Diğerlerinden farklı olarak, Tatarlar arasındaki harekette güçlü
bir dini ıslahçı çizgi vardır. Azeriler ve Kazaklar arasındaki Ceditçilikte ise
Rus tesiri ve modernist eğilim daha ağır basmaktadır. Azerbaycan’da Çarlık
yönetiminin bir takım ayrıcalıklarla kendisine bağladığı yerli aristokrat
kesimin ve tâcir sınıfının çocukları Rus mekteplerinde okuyarak Batı
medeniyetiyle temasa geliyorlardı. Rus dili ve edebiyatının onlar arasında
yayılması ve dolayısıyla Batı ile olan temasın artması sonucunda yerel aydınlar
arasında gittikçe yeni bir dünya görüşü hakim olmaya başlamıştır.
Orta Asya’nın güneyine gelince, burası (Buhara ve Semerkand) XIX. yüzyılda
neredeyse dış dünyadan soyutlanmış gibiydi; Batı’ya uzak olması ve geniş
çöllerle çevrilmiş olmasından başka, buradan geçen geleneksel ticaret yollarının
da âtıl duruma düşmesi sebebiyle dünyadaki gelişmelerin gerisinde kalıyordu.
Bununla beraber, kültürel ve coğrafi yakınlık sebebiyle XIX. yüzyılın başında
Hindistan’dan gelen reformist akımlar Türkistan’ı etkilemiştir. Nitekim, ilk
Tatar reformcuları (Kursavî ve Mercanî) da buradan esinleniyorlar. Lakin Orta
Asya’da bu reform yeşermiyor. Ceditçilik ise ancak 1890’lardan sonra Kırım,
Kazan ve Bakü’den gelen tesirler sonucunda ortaya çıkmıştır.
Tatar Ceditçiliğinin tarihî ve sosyal zemini
Bizim burada ele alacağımız Tatar Ceditçiliğinin dayandığı temelleri
anlayabilmek için, her şeyden önce Tatar reformunun kaynaklandığı tarihi ve
sosyal zemine bakmak gerekir. Tatar reformculuğunu ortaya çıkaran şartlar,
onların coğrafi konumu ile sıkı sıkıya bağlıdır. Bilindiği gibi, Tatarlar Türk
kavimleri arasında ilk defa yerleşik hayata geçen ve ziraatla uğraşan bir
topluluktur. Ayrıca, Tatarların uzun zamandır oluşmuş bulunan bir ticaret
geleneği vardı. Volga nehri üzerindeki nehir taşımacılığı ve Harizm’den gelen
ana ticaret yolunun üzerinde bulunmaları sebebiyle en azından X. asırdan beri
onlar arasında güçlü bir tâcir kesimi var olagelmiştir. Volga nehri üzerindeki
Bulgar şehri önemli bir ticaret merkeziydi. İslam ülkelerinden ve Kiyef
Rusya’sından gelen tacirler burada buluşmaktaydı. Moğol istilası Bulgar şehrini
tahrip ettikten sonra onun yerini Kazan şehri almıştır. Tatar tacirleri Rus
hakimiyeti altında da faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.
Özellikle XVIII. yüzyılın ortasından itibaren Rusya ile Orta Asya arasındaki
ticarette aracılık rolünü üstlenmişlerdir ki bu da Tatarlar arasında bir zengin
sınıfın ortaya çıkmasını sağlamıştır. Tatar zenginlerinin desteği Cedit
hareketinin yeşerip gelişmesinde çok önemli bir yere sahiptir. Rus sosyal
hayatına karışan, fakat İslamiyetten de kopmak istemeyen Tatar tacirleri, yeni
gelişmeler karşısında eski tarz İslam anlayışının yüklediği formüllerden sıkıntı
duyuyorlardı. Mercanî gibi saygın bir din aliminin İslamiyetle modernliği
uzlaştıran yeni yorumları Tatar burjuvazisinin hayat tarzlarına uygun düşüyordu.

Tatarların coğrafi konumları bakımından belki de en önemlisi onların İslam
coğrafyasının kuzey ucunda bulunmalarıdır. Bu durum Tatarları istila ve
asimilasyon gibi tehlikelere maruz bırakmış olmakla birlikte, onlara bazı
üstünlükler de sağlamıştır. Rusya gibi büyük bir Hıristiyan güçle kuşatılmış
olmak onları daima uyanık tutmuş ve kimlik bilinçlerinin daha erken
şekillenmesine yol açmıştır. Bu durum aynı zamanda onları oldukça muhafazakar
bir konuma da itmiştir.
XIX. asrın ikinci yarısında, Ortodoks Rus misyonerlerinin İslamiyete ve Müslüman
sosyal hayatına yönelik eleştirileri Tatar uleması üzerinde uyarıcı bir etki
yapıyor, onların karşı tezler geliştirmesine sebep oluyordu. Ayrıca, Hıristiyan
misyonerlerin açtığı okullar, hastaneler, yetimhaneler ve kütüphaneler en
azından bir kısım ulemanın dikkatini çekmekte ve hayranlık uyandırmaktaydı.
Tatar reformunu hazırlayan en önemli sebeplerden biri de Batıyla olan erken
karşılaşmadır ki bu da Rusya aracılığıyla olmuştur. 1804’te Kazan
Üniversitesinin kurulması ve buradaki şarkiyatçıların etkili eğitim ve yayın
faaliyetleri terakkiperver ulemaya cazip geliyordu. Hatta bu ulema arasında
Şarkiyatçılarla şahsi dostluklar kuranlar da mevcuttu. Mesela, Mercani Kazan
üniversitesi ile irtibat halindeydi.
Bunlardan başka, Tatarların yaşadığı coğrafyanın problematik oluşu da oradaki
ulemanın zihni işleyişini canlı tutmuştur. Yılın belli bir bölümünde gecelerin
çok kısa, gündüzlerin uzun olması namaz ve oruç gibi ibadetlerin uygulanmasında
sorunlar yaratıyordu. Dolayısıyla, bu gibi konularda Tatar uleması arasında
tartışmalar olagelmekteydi ki bu da onlarda içtihada olan yatkınlığı arttırmış
olmalıdır. Bununla beraber, bu kabil tartışmalar modernist bir söylem
içermiyordu. Teoloji alanıyla sınırlı olan bu yorumlar geleneksel İslami
çerçevede düşünülmelidir. Ancak, Tatar reformcusu Abdunnasır Kursavî’nin
(1771-1812) fikirlerinde Vehhabiliği andıran Selefiyeci unsurlar bulunmaktadır.
Kursavî, kelamcıları eleştiriyor, içtihat kapısının açılmasını ve İslamiyetin
ilk zamanlardaki saflığına döndürülmesi gerektiğini savunuyordu.
Bu düşünceleriyle Selefiyeci akımla örtüşen fikirlere sahip olan Tatar
ıslahçılarının çoğu tasavvuf ekolüne sempati ile bakar. Bu yönleriyle
tasavvuf-karşıtı olan Selefiyecilerden ayrılırlar. Islahçı ulemanın hemen hepsi
(Kursavî, Mercanî, Âlimcan Barudî (1859-1921), Rızaeddin b. Fahreddin ve Musa
Carullah) tasavvufa karşı olumlu bir yaklaşım içindedir. Kursavî’nin Buhara’da
iken bir sufi şeyhinin sohbetinde bulunduğunu ve onun desteğini aldığını
biliyoruz. Aynı şekilde, Mercanî’nin yazılarında sufiliğin büyüklerine karşı
büyük bir hayranlık ve saygı duyduğu ve tasavvufu İslami ilimlerin bir kolu
olarak kabul ettiği görülmektedir. Rızaeddin b. Fahreddin ise tasavvuf ile
selefiye anlayışını uzlaştırmaya çalışıyordu. İbn Teymiyye (Orenburg 1911) ve
İbn Arabî (Orenburg 1912) adlı eserlerinde, geleneksel olarak birbirinin rakibi
olarak algılanan bu iki ekolü uzlaştırma çabaları açıkça görülmektedir. Ancak,
Tatar dinî ıslahçıları arasında Ziya Kemali (1873-1944) gibi tasavvufu tamamen
reddeden ve onu İslamın ruhuna aykırı bulanlar da vardı. Nitekim, aynı safta yer
almalarına rağmen, Musa Carullah onun tasavvuf karşıtı tezlerini eleştiren bir
risale kaleme almış (Büyük Mevzularda Ufak Fikirler, St. Petersburg 1914) ve
burada tasavvufu savunmuştur.
Tatar dinî ıslahçılığının bir başka özelliği Batı dünyasına olan olumlu
yaklaşımlarıdır. Rusya ve Avrupa’yı bir model olarak görüyorlar, kendi
toplumlarını da bu seviyeye çıkarmak için mümkün olduğunca onların
tecrübelerinden yararlanmak istiyorlardı. Mercani’nin ve diğer bazı
reformcuların oryantalistlerle dostane ilişkisi bunu açıkça göstermektedir.
Ayrıca, ıslahçı ulemadan Musa Carullah bu uzlaşmayı teorik alana taşımayı
denemiştir. 1911’de yazdığı bir risalesinde Allah’ın rahmetinin geniş olduğunu,
sadece Müslümanları değil Müslüman olmayanları da kapsadığını savunmuştur. Musa
Carullah’ın bu girişimi, Ruslarla Müslümanlar arasındaki gerginliği azaltmak ve
Müslümanların dünyaya bakışlarını “biz ve ötekiler” ikileminin ötesine taşımak
amacını güdüyordu.
Sekülerizmin yükselişi
Tatar reformizminin dünyevileşmesi XIX. yüzyılın son çeyreğinde başlar.
Reformizmin bu ikinci safhasında modernist eğilim daha çok belirgindir. Yenilik
arayışlarının organize olması ve güçlü bir hareket haline dönüşmesi, İsmail
Gaspıralı’nın Tercüman gazetesi ve Cedit mektepleri sayesinde olmuştur.
Tercüman’ın yayınlanmasından 5-6 yıl sonra Ceditçilerin gücü oldukça artmıştır.
Bunun en önemli sebeplerinden biri de Mercanî gibi birkaç önemli şahsiyetin
Ceditçilere katılmasıydı.
İslam toplumlarının durumunu anlama çabasında Gaspıralı’nın söylemi reformist
ulemanınkinden oldukça farklı bir noktadadır. Onun öncelikleri inanç konuları
değil toplumsal sorunlardı. Toplumun düze çıkarılması “tecdit” veya “dini
ıslah”ın ötesinde bir takım adımları gerektiriyordu. Nitekim, Gaspıralı dini
bağlardan ziyade etnik ve linguistik bağları öne çıkarıyordu. Batıda ortaya
çıkan fikirlerden etkilenen yeni Tatar intelijansiyası artık kendilerini sadece
dini bir toplumun parçası olarak algılamak yerine, giderek daha ziyade Batılı
anlamda bir milliyet duygusu geliştirmeye başlamışlardı. Bu dönemde teolojik
konulara pek ilgi duymayan, seküler ilgilere sahip ve Batı’yı çok daha iyi
tanıyan bir aydın grubu ortaya çıkmıştır. Bu grubun önde gelen temsilcileri
olarak İsmail Gaspıralı, Yusuf Akçura, Zeki Velidi Togan ve Sadri Maksudi Arsal
sayılabilir.
Görüldüğü gibi, Tatar reformu İslam dünyasındaki diğer reform hareketleriyle
paralellikler göstermekle birlikte, Tatarların coğrafi konumu, tarihi ve sosyal
şartları dolayısıyla kendine has özellikler taşımaktadır. İslam dünyasından
gelen reformcu etkiler burada yeni bir senteze kavuşup ılımlı ve uzlaşmacı bir
anlayışa dönüşmüştür.


* Doç. Dr. Ahmet Kanlıdere*
Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü öğretim
üyesi.

Göçler ile ilgili yazılar

1864 GÖÇÜ İLE İLGİLİ BAZI BELGELER
Dr. Cahit Tutum
Kafder.org
ªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªª



Giriş
Üzerinden 137 yıl geçmesine karşın göç dramını sarmalayan tarihsel belirsizlik örtüsü hala ortadan kaldırılamamıştır. En yalın gerçek, olayı tanımlayan terim üzerinde kesin bir birliğin sağlanamamış olmasıdır. Bu büyük olay “göç”müdür, “sürgün” müdür, “soykırım” mıdır? Niçin, nerede, ne zaman başlamış, nasıl uygulanmış, kimleri içine almış ve ne şekilde sonuçlanmıştır? Kuzey Kafkas direnişi ve Çerkeslerin göçürülmesi olayında İngiliz ve Osmanlıların rolü ne idi? Göçü “soykırım” biçimine dönüştüren etkenler ve koşullar nelerdi? Tarihteki benzerlerine oranla ağırlığı ve özelliği ne idi? Olayın günümüze ulaşan sorunları nelerdir? Bu ve benzeri sorular hala doyurucu yanıtlar beklemektedir.

Başta Kuzey Kafkasya’nın tarihi olmak üzere Osmanlı, Rus, İngiliz ve özetle Avrupa siyasal tarihinin önemli bir kesitini oluşturan bir dönemin olaylarını, öncesi ve sonrası ile bir bütün olarak ele alıp irdeleyen eserlerin azlığı şaşırtıcıdır. Bu alanda standart ölçülerde eser azlığı, hatta yokluğu kolay açıklanabilir bir olgu değildir. Son zamanlarda konuya sınırlı ölçüde yaklaşan yayınlar dikkati çekmekle birlikte söz konusu tarihsel olay bugün de bütün özgünlüğü ile siyaset ve tarih bilimcilerine sürekli çağrılar çıkarmaktadır.

Hemen belirtelim ki bu inceleme, böyle bir çağrıya yanıt olabilecek nitelikte ve kapsamda bir çalışma değildir. İnce­le­menin kapsamı, sadece göçün yoğunluk kazandığı 1864 yılına ait bir kısım İngiliz belgeleriyle sınırlıdır. Üstelik bu belgeler olaya i­lişkin İngiliz belgelerinin çok küçük bir parçasını oluşturmak­tadır. İncelemenin amacı ise baştan sona bir insanlık dramına dönüşmüş büyük göç olayından görüntü kesitleri sunmak, ko­nuya ilgi çekmek ve olayın çok yönlü siyasal boyutları olduğuna işaret ederek bu alanda yapılacak çalışmaları özendirmektir.

1864 yılı Çerkes boyları tarafından Ruslara karşı çok uzun süreden beri sürdürülen direniş savaşlarının noktalandığı yıldır. Bu tarihin öncesi ve sonrasına ilişkin olaylar, insanlık tarihinin gölgeli sayfaları arasındadır. Bu döneme damgasını vuran olgu, çok sayıda Çerkesin yurtlarından koparılarak sefalet içinde göçe zorlanmasıdır.

Şamil’in yenilgisini (1859) izleyen dönemde hızlanan göç dalgaları 1864 yılında doruk noktasına ulaşmıştır. İşte tarihte “muhaceret” (göç), “büyük göç”, “sürgün”, “soykırım”, “Yistan­bı­lak’ue” (İstanbul yolculuğu) gibi adlarla anılan bu olay, tarihin tanık olduğu büyük dramlardan biridir. Aradan 136 yıl geçmesine karşın olay tüm boyutlarıyla ortaya konulabilmiş değildir.

Kafkas direniş savaşları ve göç olayının ardında yatan nedenlerin yeterince ortaya konulamadığından yakınan bir Kabardey bilim adamı şöyle demektedir:1
... Kimileri, bu zorlu tarihsel olgular hakkında kendi kişisel beklenti ve kanaatlerine dayanarak konuşuyorlar. Bu ise tarihsel gerçeklerin anlaşılmasını güçleştirmekten başka bir işe yaramıyor. Bütün bunların nedeni, bu çok önemli konuda yapılan çalışma ve araştırmaların yetersizliği ile tarih biliminin buna ilişkin özgün bir bakış tarzının bulunmamasıdır. Arşivdeki belgeleri gerektiği zaman değerlendirme özgürlüğü de olmamıştır.
Bir başka yazar da konunun yeterince işlenmediğinden yakınırken şunları söylemektedir:2

Bugüne değin Kafkas-Rus savaşlarıyla göç nedenleri ne siyasal, ne de sosyo-ekonomik yönden incelenmiştir. Ülkemizdeki tarihler daha çok olaylar kronolojisi biçiminde değerlendirilmiştir. Eldeki Kafkas tarihleri de çoğu zaman bu sınırı taşmıyor...
Olayın değerlendirilmesinde ülkeden ülkeye önemli farklılıklar görüldüğü gibi aynı ülkede dönemden döneme birbirleriyle çelişen değerlendirmelere de rastlanmaktadır. Göç olayının baş aktörü olan Rusya’daki değerlendirmeler bunun tipik bir örneğidir.
1950’li yıllardan önce Rus yazınında Kuzey Kafkasya topraklarında on yıllardır sürdürülen direniş savaşları “demokratik” ve “ilerici” olarak nitelendirilmekte idi. Buna göre yerli halkın direnişi, Çarlık emperyalizminin “tecavüz” ve “tasallut”una karşı ulusal bağımsızlık uğruna kahramanca yürütülen bir savaştı.
Bu yaklaşımın 1950’lerde aniden değişerek keskin bir “U” dönüşü yaptığı görülmektedir. 14 Mayıs 1950’de Pravda gazetesinde yayımlanan bir makalede Kuzey Kafkas direniş hareketleri Anti-Marksist bir hareket olarak nitelenmiştir. Makaleye göre direniş mücadelesi tarihsel realiteye aykırıdır ve onu başka türlü göstermeğe kalkmak tarihi yanıltmak olur. Olay İngiliz kapitalizmi ile Türk sultanının tezgahlarında dokunmuş gerici ve aşırı milliyetçi bir harekettir.3

Bu görüşe göre Dağıstan, Çeçenistan ve Çerkezistan’da bağımsızlık savaşını sürdüren önderler feodal sınıfın temsilcileri, geniş halk kitlelerinin çıkarlarıyla ortak hiç bir yönü bulunmayan “Muhammed fanatikleri” ve “şovenist”lerdi. Bunların amacı Türkiye ve İngiltere’nin kanatları altında gerici ve uydu bir devlet yaratmaktı. Rus İmparatorluğunun tüm diğer halkları gibi Çar baskısından eziyet çekmekle birlikte Kuzey Kafkas boylarının baş eğdirilmesi gerçekte onların İngiliz sermayesinin yönettiği “koloniyal” uluslar safına katılmalarını önlemiştir.

Marksist-Leninist temele dayandırılan bu görüşler, aslında Marx’ın geçmişteki tavrına ters düşmektedir. Çünkü Marx’ın o dönemde Kafkas savaşçılarını özgürlük savaşçıları olarak selamladığı ve Çarlık emperyalizmini kınadığı bilinmektedir. İlginç olan nokta Marx’ın o dönemde İngiliz ve Osmanlı hükümetlerine karşı eleştirisi, olaya karıştıkları için değil, yeteri kadar karışmadıkları ve etkili olamadıkları içindir.4

1956’larda olumsuz değerlendirmelerden bir kez daha uzaklaşıldığı görülmektedir. Örneğin A.M.Pikman (1956), Şamil’in önderliğindeki Müridizm’in gerici ve dış kaynaklı olduğu yolundaki görüşleri eleştirerek bu gibi toptan “mahkum edici” nitelemelerin gerçeklere ters düştüğünü belirtmektedir.5

Günümüzde Rusya’da egemen olan yeniden-yapılanma anlayışı çerçevesinde sorunun daha özgürce tartışılmaya başlandığı görülmektedir. Adığe, Abhaz ve diğer Kafkas halklarının özgürlük savaşlarının ve Türkiye’ye göçlerinin nedenleri üzerine 24-26 Ekim 1990 tarihlerinde Nalçik’ta düzenlenen bir toplantıda konuyu çeşitli yönleriyle ele alan bir dizi tebliğ sunulmuştur. Toplantıya sunulan tebliğleri özetleyen bir yazar şu yargıya varmaktadır:6

Bu konferansta anlatılan tarihi gerçekleri halk yığınlarının bilgisine sunma özgürlüğü uzun yıllar yoktu. Konu hakkında yazanlar da gerçekleri çarpıtarak ve yalanlara dayanarak yazıyorlardı. Bu durumun Çarlık zamanında ve Sovyetler devrinde de (1985 Nisan’ına kadar) böyle devam etmesini anlamak güçtür.
Olayların doğum yeri olan Rusya’da görülen bu inişli çıkışlı değerlendirmeler söz konusu tarihsel olgunun nesnel biçimde incelenmesi gereğini bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Ülkemizde ise bu alandaki çalışmaların çok yetersiz olduğu söylenebilir. Son zamanlarda bazı incelemeler7 dikkati çekmekle birlikte özellikle Osmanlı, Rus ve İngiliz arşivlerine dayalı değerlendirme gereksinimi bugün de güncelliğini korumaktadır.

Belgelerin Yorumu
Peter Brock büyük göç olayının öncesini şöyle anlatmaktadır:8
1863 yılı ağustos ayında Abzehler Ruslarla uzlaşmak zorunda kalmışlar ve böylece direnişin bütün yükü Ubıh ve Şapsığ’ların üzerinde kalmıştı. Bununla birlikte, Polonyalılar, Kasım ayında yerli boyların yardımıyla Rusları savaşta yenilgiye uğratma başarısını göstermişlerdi. Ancak Çerkeslerin bütün kış boyunca İstanbul’da peşinde koştukları destek bir türlü sağlanamamıştı. Bu nedenle 1864 baharında Polonyalılar, bir yolunu bularak ülkeden ve Ruslardan kaçmayı başarırlarken geride kalan ve hala bağımsızlıklarını sürdüren Çerkesler, en sonunda teslim oldular. Çerkeslerin güçlü askeri üssü Kbaada’nın Ruslar tarafından 21 Mayıs 1864 tarihinde ele geçirilmesi üzerine Kafkas Savaşları noktalandı.
Çerkesya’nın düşüşü, bölgedeki boyların mücadeleyi bırakmalarına ve bunun sonucu olarak bağımsızlıklarını yitirmelerine ve onbinlercesinin trajik sürgününe (tragic exodus) yolaçtı. Başka yerlere göçürülme girişimlerinden umutsuzluğa düşen ve bağımsızlıklarına aşırı derecede düşkün olan Çerkesler Rus boyunduruğunda kalmaktansa büyük sayılarla Türkiye’ye göçü tercih ettiler.

İşte sunduğumuz belgeler bu göçle ilgilidir. Belgelerin özü, İngiliz Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde yer alan 15 adet resmi yazışma metinlerinden ibarettir. Belgelere “içindekiler”i gösteren bir sayfa ile bir Kafkasya haritası eklidir. Belgelerin dış kapağında “Çerkes Göçmenlerinin Türkiye’de Yerleştirilmelerine İlişkin Yazışmalar” ibaresi bulunmakta ve metinlerin 6 Haziran 1864 tarihinde Avam Kamarasına sunulduğu belirtilmektedir. Belgelerin iç kapağında ise şu ibare bulunmaktadır. “Çerkes Boylarının Türkiye’ye Göçleri ve Ruslar Tarafından İçine sokuldukları Sürgün Koşulları ve Türkiye’ye Kabulleri için Yapılmakta Olan Hazırlıklara İlişkin Raporlar veya Yazışmalar veya Özetler”.

Raporların ilki 17 Şubat 1864 ve sonuncu 19 Mayıs 1864 tarihlerini taşımaktadır. Bu duruma göre yazışmalar üç aylık bir dönemi kapsamaktadır. Yazışmaların ikisi Trabzon, üçü İstanbul, üçü Sohumkale, dördü St. Petersburg, birer tanesi de Londra, Odesa ve Paris çıkışlıdır. Raporların üç eki bulunmaktadır. Bunlardan ilki üç numaralı yazışmanın eki olup Çerkesler adına İngiltere Kraliçesi’ne sunulan dilekçenin İngilizce çevirisi, ötekiler ise 12 ve 14 numaralı yazışmalara eklenen ve St. Petersburg gazetesinden aktarılan Fransızca alıntılardır.

Belgelerde sergilenen olgular, görüşler ve yorumlar, belli bir zaman dilimi içinde Türkiye’nin belli bir köşesine yönelmiş göç dalgasının görüntülerini yansıtmaktadır. Bitmemiş, devam etmekte olan bir olayı fotoğraflamaktadır. Göç dalgalarının yöneldiği limanlar sadece Trabzon ve Samsun’dan ibaret değildir. Göçün bir de balkanlara (Varna, Köstence) yönelik kısmı vardır.
Bu nedenle bu belgelere bakarak bu büyük olayın nedenleri, kapsamı, aşamaları, sonuçları ve olaya taraf olanların tezleri hakkında kesin yargılara varmak, sonuçlar çıkarmak ve genellemelerde bulunmak olanaksızdır. Her şeyden önce bu belgeler az sayıda İngiliz yetkilisinin saptamalarını, görüş ve yorumlarını yansıtmaktadır. Kaldı ki daha önce de belirttiğimiz gibi bu belgeler, bu konudaki İngiliz kaynaklarının çok küçük bir bölümünü oluşturmaktadır. Söz konusu belgelerde yer alan bilgilerin Rus ve Osmanlı arşivlerindeki bilgilerle zenginleştirilmesi ve irdelenmesi gerekir.

Bu gerçeklere karşın sunduğumuz belgelerden olaya ilişkin bazı ipuçları çıkarılamaz mı? Kuşkusuz iddialı olmamak ve kesin genellemelerde bulunmamak kaydıyla bu olanaklıdır. Ancak vardığımız sonuçlar, ister istemez tartışmalara açık geçici yargılar ve iddialar olmaktan öteye geçemeyecektir. Çünkü açıklamalarımız yazışmalarda yer alan bilgilerle sınırlıdır. Hemen belirtelim ki, açıklamalarımızda zaman zaman yazışma belgelerinin dışına çıkarak bazı ek bilgilere ve kaynaklara da yer verdik. Bundan amaç yazışma metinlerinden edindiğimiz izlenimleri somutlaştırmak ve netleştirmektir. Bu vesile ile yorumlarımızın yazışma belgelerinin verdiği olanaklarla sınırlı olduğu gerçeğini bir kez daha vurgulamak istiyoruz. Yazışma belgelerine dayanarak aşağıda göçün “niteliği”, “koşulları”, “kapsamı”, ve “yönlendirilmesine” ilişkin bazı saptamalarımızı sunuyoruz.

Göçün niteliği:
“Zorunlu Göç” ya da “Sürgün”
Belgelerin verdiği ilk izlenim, olayın zorlanmış, seçme hakkı fiilen ortadan kaldırılmış bir göç ve sürgün olayı olduğudur. Bu olayda birbirine karşıt iki gücün aynı doğrultuda birleştikleri ve etkili oldukları söylenebilir. Bunlardan ilki Rusların zorlayıcı ve itici gücü, ikincisi ise Osmanlıların ve başka odakların çekici ve özendirici etkisidir. Ancak bu iki güçten Rusların itici gücünün, başka bir deyişle Ruslar tarafından uygulanan sindirme ve yok etme politikalarının belirleyici olduğu anlaşılmaktadır. Aşağıdaki alıntılar Rusların uyguladığı zorlayıcı politikalara işaret etmektedir:

Rus birlikleri kıyıda toprak kazandıkça işgal edilen yerlerde bulunan yerli halkın hiç bir şekilde orada kalmalarına izin verilmemekte, yerli halk ya Kuban ovalarına ya da Türkiye’ye göç etmeye zorlanmaktadır. (4 No.lu rapor)
Gerçekten yaşadıkları topraklar, ateş ve kılıçla harabeye çevrildikten sonra Kuban steplerine nakledilmeyi ve böylece işgalcilere düzenli asker kaynağı haline gelmeyi reddeden Dağlıların önünde Türkiye’ye göç etmek dışında bir seçenek kalmamıştır. (5 No.lu rapor)
Rus hükümetinin, halen silahlı bulunan bütün Dağlıları ne pahasına olursa olsun yurtlarından kaldırmaya uzun süredir kararlı olduğu anlaşılmaktadır. (13 No.lu rapor)
İmparator, (Ubıhların) isteklerini kabul etmemiş, ya savaş ya da Kuban veya Türkiye’ye göç etme seçeneklerinden birini tercih etmelerini istemiştir. (13 No.lu rapor)

Bu saptamaları destekleyen bilgilere başka kaynaklarda da rastlamak olanaklıdır. 1859’u izleyen dönemde Çerkes boylarınca sürdürülen direniş hareketleri bir yandan acımasızca bastırılırken, öte yandan sürgün önlemlerinin büyük bir hızla uygulamaya konulduğu görülmektedir. Aşağıdaki alıntı bu gerçeği yansıtmaktadır.
Savaş son derece acımasızca cereyan ediyordu. Biz geri dönülmesi imkansız tarzda ve askerin bastığı her toprak parçasını son ferde kadar Dağlılardan temizleyerek adım adım ilerliyorduk. Kar erir erimez ve ağaçlar yeşermeden önce (Şubat ve Mart’ta) yüzlerce dağ köyleri ateşe veriliyordu. Ekinler atlara yediriliyor veya çiğnetiliyordu. Köy nüfusu gafil avlandığı takdirde, derhal asker muhafazasında en yakın Kazak köyüne götürülüyor ve oradan Karadeniz sahillerine ve daha sonra Türkiye’ye sevk ediliyordu. Bizim yaklaşmamız sırasında boşalan kulübelerde çoğu zaman masanın üzerinde, içinde kaşığı ile beraber henüz soğumamış lapaya, üstünde iğne takılı tamiri yarıda kalmış elbiselere, döşemeye bırakılmış çocuk oyuncaklarına rastlanıyordu. Bazen askerlerimizin şerefiyle mütenasip çok nadir, canavarlığa kadar varan hunharca hareketler de yapılıyordu. (M.Venyukov)9

Acımasızca davranışlara örnek olarak 1863 yılında The Free Press gazetesinde yayımlanan Fransız kaynaklı bir haber dikkat çekicidir:
Şapsığ ülkesinin Hafia köyünde bir yamyamlık sahnesi sergilenmiştir. Köy erkeklerinin cephede ileri hatlarda bulunmasını fırsat bilen Çarın Askerleri köydeki savunmasız halkın üzerine üşüşerek onları öldürmüş, evlerini yakmış ve mallarını yağmalamıştır.
Kurbanlar arasında 18 yaşlı kadın, 8 çocuk ve 6 yaşlı erkek bulunmaktadır. Öldürülen kadınların birinin cesedine şu sözcükleri içeren bir yafta iliştirilmişti: “Haydi git, yardım için temsilcilerinizi gönderdiğiniz İngiltere Kraliçesi’ne şikayet et!” Küçük bir çocuğun cesedinde de şu yazı okunuyordu: “Koruyucunuz Türklere kendini satacağına burada kal!” Yine gözleri oyulmuş yaşlı bir erkeğin cesedinde de şu yazı okunmakta idi: “Git temsilcilerinle buluş, Paris’te iyi göz doktoru bulabilirsin!” (The Free Press, 1 Aralık 1863)
Daha 1861’lerde Maykop kalesini ziyaret eden II.A­lexandr’ın kendisiyle uzlaşmak isteyen Adığe’lere şu yanıtı verdiği belirtilmektedir:10

Düşünmek için size bir ay süre tanıyorum bir ay sonra Kont Yevdokümov’a Kuban ırmağı boyunca gösterilecek yerlere yerleşme ya da Türkiye’ye göç etme şıklarından birini kabul ettiğinizi bildirmeniz gerekiyor.

Göçün 10. yılı nedeniyle 1874’te yayımladığı makalesinde Lapinski şöyle demektedir:11
1864 Nisan ayında pek çok Adığe boyu Grand Dük Michael’e boyun eğdiklerini bildirdiler. Kendilerine, bir ay içerisinde göç etmeyen ve dağlarda kalacak olan tüm Çerkeslere savaş esiri muamelesi yapılacağı bildirildi. Hedef, onların boşalttığı köylere Don ve Karadeniz kazaklarını yerleştirmekti. 1864 yılının kış mevsiminden 10 temmuza kadar 236.718’den az olmayan sayıda Çerkesin ki bunların 61.359’u Rus desteği ile-gemilerle taşındığını öğrenmişsek, bu bize göçmen dalgalarına uygulanan cebir hakkında bir fikir verir.

Bu bilgiler göçün zorlayıcı yönünü ortaya koymaktadır. Başka bir deyişle Ruslar tarafından uygulanan baskı, terör, kıyım ve zorunlu iskan gibi önlemler, göçü kaçınılmaz hale getiren temel etkenlerdir. Öte yandan bu olayda özendirici bazı davranış ve önlemlerin de varlığı dikkati çekmektedir. Örneğin daha 1862’lerde Kafkasya’da göçü teşvik için özel göç komisyonları oluşturulduğu ve Türkiye’ye göç edeceklere birer “tümen” ödenmesinin ne ölçüde uygulandığı bilinmemekle birlikte-öngör­üldüğü anlaşılmaktadır. Ayrıca Osmanlıların tutumu da önemlidir. St. Petersburg’tan gönderilen 13 No.lu mektupta İngiliz büyük elçisi kişisel kaygısını şöyle yansıtmaktadır.
Bu sonucun doğmasında daha başlangıçtan itibaren sürekli biçimde göçü teşvik etmiş olan Türklerin katkısı büyük olmuştur. Ancak bir süre sonra bu tutumun doğurduğu sıkıntıları görünce, geç kalmış bir hareketle bu defa Rus hükümetinden göç hareketlerini yavaşlatmasını ve kendisinin tahrik ettiği bu akımı düzenlemesini istemek durumunda kalmıştır.
Bu arada kimi yerli önderlerin de göçü teşvik ettikleri söylenebilir. Örneğin Musa Kundukov anılarında “iki şerden azını seçmemiz gerekiyor(du) demektedir.12 12 biçimine dönüşmesinde Rusya’nın zorlayıcı tutumunun belirleyici olduğu sonucuna varılabilir.

Göç koşulları:
“Sefalet”, “Hastalık” ve “Ölüm”
Yazışmaların en çarpıcı yönü olayın insanlık dramına dönüşen görüntülerini bütün çıplaklığıyla sergilemesidir. Bu yönüyle belgeler büyük değer taşımaktadır. Gerçekten 1864’lerde yaşanan olay, tanımı olanaksız bir dramdır. Korku, umutsuzluk, açlık, sefalet, hastalık ve ölüm. İşte Çerkes göçmenleri bu altı belayı aynı anda birden yaşmışlardır. Aşağıdaki alıntılar yaşanan dramın iç karartıcı görüntülerini ortaya koymaktadır.
Çerkes göçmenlerinin bu kentte (Trabzon’da) yığılmaları ciddi bir sorun haline gelmiş bulunmaktadır.... Buraya ulaşabilenlerin yüzlercesi, daha önce çektikleri sefalet ve açlığa ek olarak şu anda hastalıklarla boğuşmaktadırlar.... Hastalık gerek Çerkes göçmenler, gerek yerli halk arasında korkutucu biçimde yayılmaktadır. Tifüsten ölenlerin sayısı artmıştır. Panik büyük ve yaygındır. Herkes kenti terk etme hazırlığı içindedir. Erzak kıtlığı başlamıştır.... Elde edilen bilgilere göre aralık ayından Şubata kadar ölenlerin sayısı 3.500’ü bulmuştur. Bunlardan 3000’i Çerkes, 470’i Türk, 36’sı Yunan, 17’si ermeni 9’u Katolik ve 6’sı Avrupalıdır. (1 No.lu rapor)

Bu çaresiz insanların durumu görgü tanıklarının ifadesine göre yürekler acısıdır. Acele ile yola çıkma zorunluluğu nedeniyle teknelerin aşırı yüklenmesi sonucu sık sık facialarla karşılaşmışlar ve savaş ve açlıktan arta kalan bir miktar at ve sığırlarını bir kaç ruble karşılığında elden çıkarmak durumunda kalmışlardır. (5 No.lu rapor)

İstilacılardan kaçmak için başvurmak zorunda kaldıkları yöntemler nedeniyle verdikleri kayıplar insanlık için dehşet vericidir. (3 No.lu rapor)

Göçmen akını her gün devam ediyor. Dün Akçakale ve Sarıdere’de birikenlerin sayısı 25.000’i bulmuştur. Ölüm oranı günde 120-150 dolayındadır. Halen Samsun’a 35-40.000 arasında göçmen indirilmiştir. Hastalık tehlikeli ölçüde bu bölgeye sıçramıştır. Son 48 saat içinde Samsun’da 500 kadar Çerkes göçmeni ölmüştür. Fırıncılar korkudan fırınlarını kapatarak kenti terk etmişlerdir. Bu yüzden kent bir kaç gündür ekmeksiz kalmıştır.... Şu anda Trabzon’da bulunanlar Ubıh boyu mensuplarıdır.... Temizlik kurallarına uymamaları hastalığın bastırılmasını engellemekte ve korkutucu salgınlara neden olmaktadır. Sıkışık düzende bulundukları için hızla birbirini enfekte etmektedirler. Yerel makamlarca dağıtılan yiyecek ve giyecek istihkaklarını ve çocuklarını bir kaç kuruş karşılığı satıyorlar. Kefen bezlerini çalmak için geceleri ölülerini mezardan çıkarıyorlar e cesetleri açıkta bırakıyorlar. Son zamanlarda bazıları ölüm olaylarını, salt ölenlerin istihkaklarını almaya devam edebilmek için yerel makamlardan saklıyorlar. Nitekim geçenlerde çadırların birinde 2 gündür saklanmakta olan bir ceset bulunmuştur. (15 No.lu rapor)

Yukarıdaki alıntılar göçmenlerin içinde bulunduğu koşullar hakkında bir fikir vermektedir. Sık sık yinelediğimiz gibi bu yazışmalar 1864 yılının belli bir dönemine ilişkindir. Aslında göçün daha önce başladığı anlaşılmaktadır. Örneğin 1860’larda İstanbul'a düzensiz biçimde dökülen göçmenlerin durumunu Vak’a Nüvis Ahmet Lütfi Efendi şöyle anlatmaktadır:13
O esnada Kafkasya tarafları Ahali-yi Müslimesinden ve Çerkes ve Abaza ve Nogay taifesinden bir çok aileler fevç fevç Memalik-i Mahrusa’ya dökülmeye başladılar. Bunların bir takımı mevsim-i şitda çerkezistan sevahilinden çırlak-çıplak can atarak ve iskele kenarlarına kar yağışta dökülüp kaldılar. Bunların ahval-i müteellimelerine yürekler dayanmak kabil değildi. İskan edilecek mahallere sevk olunmalarına ise, şiddet-i şita mani olduğundan, havaların müsaadesine kadar barınmaları esbabının istihsaline devletçe fevkalade olunan himmet ve gayret pek büyük inayet idi.

Lapinski de 1864 göçünün dramatik yönünün şöyle görüntülemektedir:14
Alınmış tüm önlemlerin yetersizliği nedeniyle kısa süre içinde salgın hastalıklar ortaya çıktı ve ölüm oranı çok yüksekti. Trabzon limanına çıkmış olan 100.000 kadar kişiden on bin kadarını daha Şubat ayında ölümcül hastalıklar alıp götürdü ve aralıksız gelen binlerce insanla bu kıyılarda kalabalık iyice arttı. Doğal olarak tehlikeler büyüdü. Nisan ayında biçarelerin sayısı Trabzon'da 70.000’e, Samsun’da 30.000’den 70.000’e yükseldi. Avrupa’ya Haziran ayında gönderilen Çerkeslerin sayısı 35.000 idi. Trabzon’da 24.000 göçmenden Nisan ayında her gün ölenlerin sayısı 400’den fazla idi. Büyük kamplara yerleştirildikleri Gerede’de kayıplar günde 300 kadar, Samsun’da ise 500’den çoktu. Sefaletin en büyüğü burada idi. İtalyan hekim Dr. Barozzi’nin raporlarına göre insanlar uzun süre bitkiler, bitki kökleri ve ekmek kırıntılarıyla yetinmek durumunda kaldılar.

Göçe Büyük Devletlerin Bakışı:
Karmaşık ve Çelişkili
Yazışmalardan çıkarılabilecek bir sonuç da olayla ilgilenenlerin bakışlarına egemen olan “motif”lerin karmaşıklığıdır. Ruslar, savaş galibiyetini “kendileri için iyilik düşünmeyen” bu savaşçı boylardan toptan ve kesin biçimde kurtulmak için fırsat olarak kullanmak isterken, göç olayının sorumluluğundan sıyrılma istekleri de dikkati çekmektedir. Örneğin St. Petersburg’tan gönderilen raporda, İngiliz büyükelçisi Prens Gortchakoff’a, Türkiye’ye iltica eden Çerkes göçmenlerine çıkarılan güçlüklerden ve 300.000 göçmenin Türk maliyesine yüklediği yükle ilgili İngiliz basınında çıkan eleştirilerden söz ettiğini ve şu cevabı aldığını yazmaktadır.
“Çerkeslerin ülkelerini terk etmekte ısrar ettikleri ve Çarlık hükümetinin bundan esef duyduğunu, bu boyların dağdan indirilmelerinin şart olduğunu, bunlara ovada ikamet etmeleri için önerilerde bulunulduğunu, ancak onların bu önerileri reddettiğini... şayet Türk hükümeti bu yüzden büyük masraflara girmişse bunun karşılığında İslam dinine mensup bir nüfusu da kazandığını ve bunun da Türk ordusu için bir kazanç olduğunu” belirtmiştir. (10 No.lu rapor)

Yine 13 No.lu raporda Grand Dük Michael’in saptamalarına yer verilmektedir.
Grand Dük bu kimselerin hayvanlarına sahip olduklarını, kendilerine ekmek dağıtıldığını ve sağlık koşullarının da ileri sürüldüğü kadar kötü olmadığını doğrulamaktadır. Salgın bir hastalık söz konusu değildir. Sıkıntılar daha çok Türkiye’ye yapılan yolculuk sırasında ve Trabzon’a çıkıldıktan sonra çekilmektedir. Bu sıkıntıların nedeni göçmenlerin üzücü biçimde Trabzon’a yığılmaları, yönetim yetersizliği ve Sultan tarafından gönderilen yardımların gereği gibi uygulanamamasıdır.

14 No.lu raporda ek olarak Journal de St. Petersburg gazetesinden alınmış bir yazının özetine yer verilmekte ve resmi Rus görüşü şöyle yansıtılmaktadır:
Kafkas yüksek yetkilileri Dağlılara ya Kuban kıyılarında belirtilen noktalara yerleşmeleri veya Türkiye’ye göç etmelerini önererek bu iki seçenekten birini seçmekte tamamen serbest bırakmışlardır. Bugüne kadar Dağlılar, Kafkas yetkililerince hiç bir kontrole tabi tutulmaksızın göç etmekteydiler. Türk tekne sahipleri Dağlı göçmenlerle doğrudan pazarlık yapıp onları yalnız kontrolümüz dışında değil, aynı zamanda nüfuzumuzun dışında bulunan kıyılardan alıyorlardı. Bundan dolayı belli bir tonajdaki bir gemiyle taşınan kişilerin miktarı ve taşınma sırasında karşılaşılan muameleler Dağlılarla gemi sahipleri arasında bir sorundur.

Kuzey Kafkas boylarınca yürütülen direniş savaşlarına karşı öteden beri sempati ile bakmalarına karşın eylemli bir yardıma bir türlü yanaşmayan15 İngilizlerin, göç olayının dramatik görüntüsünden etkilendikleri ve karmaşık düşüncelerle göç olayını yönlendirmeye çalıştıkları görülmektedir. Örneğin İstanbul’dan gönderilen mektupta büyükelçi şöyle demektedir:
Bu talihsiz sürgünlere kucak açmanın bir biçimi, bunları İmparatorluğun değişik bölgelerinde çeşitli köylere, her 4 Türk ailesine bir Çerkes ailesi düşecek biçimde dağıtmaktır. Bu çözüm, kuşkusuz en ucuz olmakla birlikte her halde en kötüsüdür. Bu yol durumları esasen kötü olan Türk köylüsünün sefaletini arttırır. Fakir Çerkeslere belki az da olsa bir yaşama şansı sağlar, ama bu yenilmez savaşçıların gücünü böler, dağıtır ve yok eder. Hem Türkiye, hem de Avrupa için uygun düşecek politika şu olmalıdır. Bu yiğit sürgünleri Karadeniz’den Erzurum’a kadar uzanan topraklara yerleştirmek.... Dahası var. Şayet bu kimseler bir tür askeri koloni biçimine dönüştürülebilirse halen Türk nüfusunun tarımsal kesimi üzerinde ağır bir yük oluşturan Türk ordusu için yeni bir kaynak da yaratılmış olur. Ayrıca tam bu yerde ve zamanda Çerkes nüfusun yararlı biçimde kullanılabileceği büyük bir hedef de var. Trabzon’dan Erzurum’a yapılacak bu yolun ne kadar gerekli olduğu yüksek malûmlarınızdır.... Çerkes göçünün belirli bir bölümü bu yolun yapımı için ayrılabilir.... Böylece bir yandan Osmanlı ordularının acil kaynak ihtiyacını karşılama, öte yandan Osmanlı tarım nüfusunun yükünü hafifletme ve nihayet yalnız Osmanlılar için değil bütün dünyanın yararına olan bir inşaat projesinin gerçekleştirilmesi gibi çeşitli yararlar bir araya getirilmiş olacaktır.

Osmanlıların ise göç için hazırlıklı olmadığı anlaşılmaktadır. İngiliz diplomatlarınca hazırlanan raporlarda bu husus açıkça ortaya çıkmaktadır. Yazışmalarda dikkati çeken ifadeler Bab-ı Ali’nin durumunun vehameti konusunda uyarılmasına ilişkin ifadelerdir. Örneğin 1 No.lu raporda “Çerkes göçmenlerin bu kentte (Trabzon’da) yığılmaları ciddi bir sorun haline gelmiştir... Durumun İstanbul hükümetinin dikkatlerine ivedilikle sunulması gerekir... Trabzon valisi emin Paşa, bu bahtsız insanların durumunu hafifletmek için elinden geleni yapmaktadır, ancak elindeki olanaklar son derece sınırlıdır” denilmektedir.
7 No.lu rapora göre “Osmanlı hükümeti iltica isteklerini yerine getirmek istemektedir. Ancak... olanakları oldukça kısıtlıdır. Bugüne kadar yaptıkları 200.000 lira sarf etmekten ibaret olup bu miktar görece çok azdır”.

12 No.lu raporda “Bu yük (İskan yükü), Türkiye tarafından cömertçe, fakat acele ile kabul edilmiştir” denilmekte ve 13 No.lu raporda da “Bu sonucun doğmasında daha başlangıçtan itibaren sürekli biçimde göçü teşvik etmiş olan Türklerin katkısı büyük olmuştur. Ancak bir süre sonra bu tutumun doğurduğu sıkıntıları görünce, geç kalmış bir hareketle bu defa Rus hükümetinden göç hareketini yavaşlatmasını ve kendisinin tahrik ettiği bu akımı düzenlemesini istemek durumunda kalmıştır. Durum bu olmakla birlikte göçmenlerin hep birlikte ve yoğun biçimde sahilde toplanması hem Türkleri hem de Rusları şaşırtmıştır” denilmektedir.

Bu tespitler, göç olayına büyük devletlerin kendi çıkarları açısından baktıklarını ve özellikle İngiliz ve Osmanlıların göçü baştan önlemek istemedikleri veya önleyemediklerini, bu olayı daha sonra yönlendirmeye çalıştıklarını göstermektedir.
Göçün Kapsamı: Yaygın ve Kitlesel
Belgeler, göçün yaygın ve kitlesel olduğunu göstermektedir. 3 No.lu yazışma belgesinde “Rusların Çerkezistanda sürekli olarak ilerlemeleri ve yerli halka yaptıkları kötü muamele, Çerkes­lerin ülkelerini hemen hemen bütünüyle terk etmeleri sonucunu doğurmuştur” denilmektedir. 7 No.lu belgede ise Çerkeslerin Osmanlı ülkesine büyük ölçüde ve ani olarak göçürüldüklerine işaret edildikten sonra “Savunmaları ile ölümsüzleştirdikleri sahillerden bir kaçış var şu anda. Komşu bir imparatorluğa sığınma olanakları arıyorlar. Kısacası Çerkezistan artık yoktur” denilmektedir.

12 No.lu yazışmaya ek olarak sunulan bir belgede (St. Petersburg gazetesinde yayımlanan bir yazı) kitlesel temizliğin tamamlandığı ve geride kalanların artık kendileri için –Ruslar için- bir tehlike oluşturmayacağı şöyle ifade edilmektedir.
İşte böylece karşı koyan boyların sonuncuları ve en inatçılarının da direnişi, Kafkas birliklerinin sebatkarlığı ve olağanüstü çabaları sayesinde kırılmış oldu. Askerlerimiz, bütün dağları taramadan ve buralarda oturan sonuncularını da dağlardan kovmadan Kafkas Savaşı’nın tamamen bitmiş sayılmayacağı aşikar olmakla birlikte bundan böyle hiç bir yerde inatçı direnişlerle karşılaşılmayacağı ümit edilmekte ve sayıca az oluşları nedeniyle dağların boğaz kısımlarında kalan boyların bundan böyle bizim için en ufak bir tehlike arz etmeyeceği sanılmaktadır.

13 No.lu belgede St. Petersburg’taki İngiliz Büyükelçisi göçün kitlesel niteliğini şöyle belirtmektedir.
Son iki yıldır izlenen politika şu olmuştur: Askeri birlikleri ve Kazakları ileriye doğru sürmek ve kuzeyde Kuban havzasına doğru yukarı vadilere yavaş yavaş fakat emin bir biçimde yerleştirmek ve böylece en sonunda en yüksek istihkama ulaşıncaya kadar her adımda yerli halkı yurtlarından ederek Güneyde Karadeniz’e doğru alçalan vadilere itmek ve bu bölgelerin yabanıl ve kendi başlarına buyruk halkını kitlesel olarak sahillere sürmek.

15 No.lu belgede İngiltere’nin Trabzon başkonsolosu aldığı haberi şöyle iletmektedir. “Haberlere göre Ruslar, bütün göçmenlerin Mayıs ayı sonuna kadar ülkelerini terk etmelerini istemektedir”. Bütün bu tespitler göçün yaygın ve kitlesel bir sürgün olduğunu düşündürmektedir.

Belgelerde göçürülen kişilerin sayısı hakkında çelişik bilgiler verilmektedir. Bunu bir ölçüde doğal karşılamak gerekir. Çünkü verilen bilgiler yetkililerin gözlem ve duyumlarına dayanmaktadır. Burada dikkati çeken nokta Rusların rakamları küçük göstermek için özel bir çaba içinde gözükmeleridir. Rus Savaş Bakanlığı, bu rakamın 100.000’den fazla olmadığını belirtirken, Avrupa gazeteleri bu 300.000 olarak göstermektedir. Bu sayıların yer aldığı 12 No.lu yazışma belgesinde St. Petersburg’daki İngiliz Büyükelçisi tahmin güçlüğünü şöyle ifade etmektedir.
Mart ayında yalnız Tuapse nehrinin denize ulaştığı noktada 30.000 göçmenin ayrıldığı doğrulanmış olup 50.000’inin de sahilin çeşitli yerlerinde ayrılmak üzere beklemekte olduğu belirtilmektedir. Bir çoğunun ise daha önce göç ettiğini biliyoruz. Öte yandan göç akımının sona erip ermediği de belli değildir.
Gerçek rakamın belirtilen sayının çok üzerinde olduğu söylenebilir. Çeşitli kaynaklarda bu sayının yarım milyon ile bir buçuk milyon arasında olduğu belirtilmektedir.16

Sonuç
Bir kısım İngiliz belgeleri ile sınırlı olarak yukarıda ileri sürülen düşünceler ve yapılan yorumların öteki kaynaklarla zenginleştirilmesi gerekmektedir. Bu çerçevede söylenebilecek şey olayın çok yönlü ve karmaşık bir niteliğe sahip olduğudur. Doğdukları toprakları, görülmemiş bir kahramanlıkla savunduktan sonra terk etmek zorunda bırakılan ve dizleri üzerinde yaşamaktansa ayakları üzerinde ölmeyi yeğleyen ve özgürlüklerini her şeyin üzerinde tuttukları için tarifi imkansız bedeller ödeyen bu yiğit insanların yaşadıkları büyük dram, değerlendirilmek üzere tarihin nesnel yargısını beklemektedir.


1 Qumuqu Tığhuen’den aktaran: Kafdağı Dergisi, Sayı 43-46 (Ağustos 1990-Ocak 1991), s.14.Kabardey-Balkar Özerk Cumhuriyeti Devlet Üniversitesi’nde öğretim üyesi Prof.Dr.Tığhuen’nin 22 Mayıs 1990 tarihli Lenin Nur gazetesinde yayımlanan makalesi.
2 Murat Yağan (çev.), General Musa Kundokov’un Anıları (İstanbul: Kafkas Kültür Dernekleri yayını, 1978), s.3.
3 Peter Brock, “The Fall of Circassia: A Study in Private Diplomacy”, English Historical Review, Cilt 71 (Temmuz 1956), s.401.
4 Brock, s.427.
5 Brock, s.407.
6 Beykhul Toğhan, “Gerçekler Güneş Gibidir, Bulutlar Gizleyemez”, Kafdağı Dergisi, Ankara, Sayı 43-46 (Ağustos 1990-Ocak 1991), S.91.
7 Nihat Berzeg, Tehicir-es Şerakise (Çerkeslerin Sürgünü, Amman: Savt-el Nartıyyun, 1987); İzzet Aydemir, Göç: Kuzey Kafkasyalıların Göç Tarihi (Ankara: Gelişim Matbaası, 1988); Rahmi Tuna, “Çerkeslerin Kafkasya’dan Göçü”, Kafkasya Üzerine Beş Konferans (İstanbul: Kafkas Kültür Derneği Yayını, 1977); Kemal H.Karpat, “The Status of the Muslim under European Rule: The Eviction and Settlement of the Çerkes”, Journal of the Institute of Muslim Minority Affairs, Cilt 1, No.2; Marc Pinson, “Ottoman Coloniztion of the Circassians in Rumili after the crimean War”, Etudes Balkaniques, 1972, 9o.3.
8 Brock, s.425.
9 M.Venyukov, “Ki isteroii zaseleniya zapadnogo Kavkaza”, Russkaya starina, 1878, Kitap 22, s.249’dan aktaran B.Baytugan, Kuzey Kafkasya Dergisi, No.61, Münih (Nisan 1973). Bu yazının ayrı basısı: Samsun Kafkas Kültür Derneği, Genel Konular Dizisi, No.1.
10 Abrec Almir, “Size Bir ay Süre Tanıyorum” (Çev. C.Hapi), Kafdağı Dergisi, Sayı 43/6, Ankara (Ağustos 1990-Ocak 1991), s.26.
11 Theophil Lapinski, “Çerkeslerin Kafkasya’dan Göçü”, (1874), Kafdağı Dergisi, Sayı 43/46 (Ağustos 1990-Ocak 1991), s.23.
12 Yağan, a.g.e. s.66
13 M.Münir Aktepe (der.), Vak’a Nüvis Ahmet Lütfi Efendi Tarihi, Cilt X (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1988), s.155-156.
14 Lapinski, a.g.m. s.23.
15 Örneğin Osmanlı kaynaklarında İngilizlerim sembolik yardımına şöyle değinilmektedir: “…O esnada peyderpey memalik-i mahrusaya hicret etmekte olan Çerkes muhacirlerine ianeten Londra’dan üç yüz kıyye mikdarı peksimed itasına karar verildiği alem-i İslamiyet’çe memnuniyeti mucip oldu.” (M. Aktepe, a.g.k. s.123)
16 İzzet Aydemir, a.g.e. s.108-109; Meydan Larousse, 5.cilt, s.252.


İdil-Ural bölgesinde Türkiye’ye Göçler

İdil-Ural bölgesinde Türkiye’ye
göçler ve nedenleri
(XIX. –XX. yy)
Dr. Arzu Kılınç Ocaklı
GİRİŞ:
Ondokuzuncu yüzyılda gelişen milliyetçilik akımlarının ve savaş yenilgilerinin neden olduğu, Avrupa’daki toprak kayıplarının ardından, Osmanlı İmparatorluğu’nda dıştan merkeze doğru büyük bir göç dalgası yaşanmıştır. Aynı yüzyılda, bu defa da Osmanlıların kuzey komşusu Çarlık Rusya’sının doğu ve güney yönündeki genişlemesinin sonucu olarak ortaya çıkan, Kırım ve Kafkasya göçleri meydana gelmiştir. Sayıları milyonlarla ifade edilen göçmenler, başta Anadolu olmak üzere o zamanki Osmanlı topraklarındaki nüfus yapısının da değişmesine neden olmuştur.
Onaltıncı yüzyılda yani Osmanlı Devleti’nin yükseliş döneminde başlayan Rus ilerlemesiyle, ilk olarak İdil-Ural bölgesindeki Kazan Hanlığı (1437-1552) Moskova çarlığının hakimiyeti altına giriyordu. Bu sahada yaşayan Kazan Tatarları, Başkurtlar, Çuvaşlar ve Fin kavimleri bu yüzyıldan itibaren hem iktisadi, siyasi baskılara hem de misyonerler vasıtasıyla, yoğun Ruslaştırma ve Hıristiyanlaştırma faaliyetlerine maruz kaldılar.
Eldeki belgeler ondokuzuncu yüzyıl ikinci yarısından itibaren Kazan Tatarları ve Başkurtlar arasından da Osmanlı topraklarına kitle halinde göçlerin yaşandığı yönündedir. Bu çalışmanın amacı Osmanlı döneminde İdil-Ural gibi Türk topraklarına oldukça uzak bir bölgeden yapılan toplu göçlerin nedenleri üzerinde durmaktır. II. Meşrutiyet sonrasında siyasi nedenlerle Türkiye’ye gelen Tatar-Başkurt aydınları ise çalışmanın dışında kalacaktır.
I. GÖÇLERİN NEDENLERİ
A. Dini-Siyasi Baskılar:
Rusya’nın İdil-Ural bölgesinden Osmanlı topraklarına toplu haldeki en erken göçler ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından sonra, 1861 yıllarından itibaren gerçekleşmeye başlamıştı. Bu durum Muhacirin Komisyonunun Kazan muhacirlerine uygulanacak muamele hakkındaki sorusuna karşılık onlara da daha önce gelen muhacirlerle aynı muamelenin uygulanacağının bildirilmesinden anlaşılıyor. [1].
Çarlık Rusya’sının Müslüman halkını göçe sevk eden en önemli nedenlerin başında kuşkusuz dini, siyasi baskı ve yıldırma geliyordu ki bunların yoğunluğu, devletin içinde bulunduğu iç ve dış şartlarla orantılı olarak değişiyordu. Bazen de baskı rejiminin artacağı söylentilerinin gayri Rusların üzerinde olumsuz etkileri olduğu görülüyordu. Yazar (G)aliasgar Gafur(ov)-Çıgtay (1867-1942), “Tutam” adlı hikayesinde bu konuyu işler. Hikayede 1894 yılında hükumetin Müslümanları Hıristiyanlaştırmak için kanun çıkaracağı haberi üzerine Äbi ve Karmış adlı köylerin ahalisinin Türkiye’ye göçleri anlatılmaktadır. [2]
Müslümanlar için “Dar-ül harb”de yaşamanın caiz olmadığı ve Allah yolunda hicret inancının bu göçlerde etkili olduğu kuşkusuzdur. Türkiye’ye yerleşenler, hatıralarında çarlık hükumetinin Müslüman mektep ve medreselerini kapatacağı ve Kur’an’da geçen “kafir” (Ruslar bu sözcükle kendilerinin kastedildiğini düşünüyorlardı) sözcüklerinin çıkartarak yeniden bastıracağı haberlerinin yayılması üzerine, yurtlarını terk ettiklerini belirtiyorlardı. [3]
Rusların kutsal kitap Kur’an üzerinde yaptıkları tahrifat, Müslümanlar arasında büyük tepkiye neden oluyordu. Nitekim Petersburg’daki Osmanlı Elçiliğinden ulaşan 28 Aralık 1890 tarihli bir habere göre, Rus hükumetinin Kur’an’ın bazı surelerini sansür etmesi Müslüman halkın nefretini çekmiş, hatta Buhara Emiri ne Hive Hanı bir dilekçeyle Çar’a başvurarak bu sansürden sorumlu Rus görevlinin cezalandırılmasını istemişlerdir. [4]
Rusya’da İslam dini, 1789 yılında Çariçe Katerina II tarafından “Orenburg Dini İdaresi” adıyla kurulan teşkilata kadar resmen tanınmamıştır. Aslında merkezi Ufa’da bulunan Orenburg Dini İdaresinin müftüsü de, Müslümanların değil Rusların seçtiği Petersburg’a bağlı bir devlet memuruydu. İslama tanınan bu resmi statü, Rusya Müslümanlarının Osmanlı Halifesine bağlılıklarının ve Osmanlı başşehriyle olan münasebetlerinin devam etmesine mani olamadı. Örneğin 1892 yılında emekli asker Cäläletdin Möhämmädov ve bazı arkadaşları, Rusya’da yaşayan Müslümanların hürriyetlerinin kısıtlandığını anlatmak ve bu uygulamalara engel olunmasını sağlamak için İstanbul’a gelmişlerdir. Şikayetçi oldukları konu, Kazan Bişbalta’da ruhsatsız açılan medresenin müfettiş tarafından kapatılması, Rusça bilmeyenlerin molla olmasına izin verilmemesiydi. [5]
Osmanlı ülkesine hicret edenler genellikle kırsal kesimden olsa da, zamanla bunlara Tatar toplumunun aydınları da dahil olmuştur. Kazanlı tarihçi ve yenilikçi din adamı Şihabeddin Mercani’nin (1818-1889) döneminde yaygın olan düşünce, ehl-i İslamın Rusya’da terakkisinin mümkün olamayacağı ve bu yüzden Türkiye’ye hicret etmenin gerekliliği yönündeydi. Hatta o vakitler Kazan’ın meşhur müderrislerinden ve Bubi Medresesinde de pek çok talebe yetiştirmiş olan Muhammed Abdülkerim Hazret ve daha birçok kişi, bu nedenle hicret etmişlerdi.[6] Abdülkerim Hazret, Osmanlı makamlarına mümkün olursa Medine’de, aksi takdirde Şam’da ikamet etmek istediğini iletmişti.[7] Aynı yıllarda İdil-Ural bölgesinden gelen ve Hoca Molla Musa takımından oldukları belirtilen başka bir göçmen kafilesi de gene Şam şehrinde yerleşmek istiyordu. Altı hanede 27 nüfustan oluşan Kazan muhacirleri, evlerini ve yurtlarını “dinlerini muhafaza etmek” için terk ettiklerini ifade etmişlerdi.[8]
Ondokuzuncu yüzyılda İdil-Ural Tatarları arasında başlayan ve ceditçilik olarak adlandırılan, yenileşme hareketinin temsilcilerinden olan Şihabeddin Mercani ise, hicretin çözüm yolu olduğunu düşünmüyordu. Ona göre Rusya’da yaşayan Müslümanların ilerlemesi başta eğitimde olmak üzere, gerekli reformların gerçekleşmesiyle mümkün olacaktı.
Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren, artan milliyetçilik akımları karşısında demokratik olmayan politikalarla durmaya çalışan Çar Aleksandr III (1881-1894), yoğunlaştırdığı baskılarla Müslüman halkı bunaltmıştır. Oğlu Nikola II (1894-1917) tarafından da aynı siyaset sürdürülmüştür. III. Duma’ya (Meclise) Kazan’dan vekil seçilen (G)aysa Enike(ev)[9], 9 Temmuz 1908’de Dumada yaptığı konuşmasında, 20 Mart 1897 tarihinde Rus hükumetinin aldığı kararların, Müslüman halka ana dil, din ve eğitim gibi konularda bir dizi kısıtlamalar getirmiş olduğunu söylüyordu. Enike(ev), Baskılara uğrayan halkın bir kısmının, kurtuluşu ana yurtlarını terk etmekte bulduğunu ve o dönemde göç eden Tatarların en fazla tercih ettikleri ülkenin de Türkiye olduğunu belirtmişti. [10]
İdil-Ural bölgesinden göçlerin bir bölümü de, 1897 yılının Ocak ayında yapılan nüfus sayımı nedeniyle meydana gelmiştir çünkü Müslümanlar sayımının kendilerini Ortodoksluğa çevirmek için bahane olduğunu düşünmüşlerdi. Tatar yazarı Mähmüt Galäü de (1886-1938) de, “Möhacirlär” adlı tarihi romanında 1897 nüfus sayımı korkusu yüzünden Türkiye’ye hicret edenleri anlatmaktadır.[11] Türkiye’ye göçlerin roman ve hikayelere konu olması bunun bir dönemin önemli bir sosyal meselesi olduğuna da işaret etmektedir.
1897 yılında Kazan eyaletindeki İslamlar arasında çıkan olaylar da Petersburg sefareti aracılığıyla Osmanlı Devleti tarafından da takip edilmiştir. Babıali’ye ulaşan haberlerde bu dönemde Kazan’da gelişen hadiseler karşısında hükumetin askeri tedbirlere başvurduğu bildiriliyordu. [12]
Rusların Uzak-Doğu’daki yayılışları sonucunda çıkan 1904-1905 Rus-Japon savaşının Rusya’nın yenilgisiyle sonuçlanması, istibdat rejiminin karşısında hürriyet talep eden hareketin daha da güçlenmesine sebep oldu. Çıkan ayaklanmaların durulması için Çar Nikola II tarafından çıkarılan fermanla Duma açıldı. 17 (30) Ekim 1905 manifestosuyla Rusya’da yaşayan herkese söz, basın ve toplantı hürriyeti tanındı. Ne var ki ardından gelen Stolipin rejimi, Rusya’da yaşayan gayrı Rus ve muhaliflere söz hakkı tanımamaya başladı. Kazan Tatarlarının hükumetten demokratik haklarının arttırılmasını talep ettikleri bu dönemlerde, Rusların onlara gösterdikleri istikamet Osmanlı ülkesi oluyordu. Bu yüzden ünlü Tatar şairi (G)abdulla Tukay (1886-1913), Ruslara cevaben “Kitmibez” (Gitmiyoruz) adlı şiirini yazmıştı. Tukay bu şiirde, Tatarların yurtlarını terk etmelerinin asla mümkün olmadığını hem gidecekleri yerde de kendilerini bu defa Sultanın baskısının beklediğini ifade ediyordu. Tukay, şiirde Osmanlı ülkesine ancak doğup büyüdükleri şehirlerini ve geçmişlerini de götürmek mümkün olduğunda gidebileceklerini söyler. [13]

B. Ekonomik Nedenler
Göçler yalnız siyasi ve dini baskılardan değil, şüphesiz ekonomik nedenlerden de kaynaklanmıştır. Tatar köylülerin ekonomik güçlerinin çok alt düzeyde olmasının bir nedeni de ağır vergi yükünün altında ezilmeleriydi. Bu yüzden de ürünlerini ve hayvanlarını ellerinden alan vergi tahsildarlarını “obur taifesi” olarak adlandırıyorlardı. [14]
Buna karşılık Rusya’daki Müslümanlar arasında Osmanlı Devletinin muhacirlere yılda iki defa ürün alınan bereketli toprakların verildiği, toprağı sürmek için saban ve hayvan, ev yapmak için ağaç yardımı yapıldığı ve göçmenlerin askere alınmadığı haberleri yayılmıştı. [15] Osmanlı Devletinin muhacirlere sözkonusu yardımlarda bulunduğu gerçektir. Ne var ki devletin içinde bulunduğu şartlar da göz önüne alındığında, sayıları milyonlarla ifade edilen insanların ihtiyaçlarını karşılamak mümkün olmamıştır.
Rusya’da iç ve dış göçlere neden olan bazı olaylar vardı ki bunların başında kuraklığa bağlı olan kıtlıklar geliyordu. Rusya gibi ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayalı ve halkın % 85’inin kırsal kesimde yaşadığı ülkede, doğanın dengesinin bozulmasının yol açtığı açlık, milyonları etkiliyordu. Nitekim 1891 ve 1892 yıllarında meydana gelen kıtlık, zaten bozuk olan Rus ekonomisinin iyice sarsılmasına ve milyonlarca insanın telef olmasına neden olmuş, hatta bu zor dönemde Amerika’dan ve Fransa’dan yardım gönderilmiştir.[16] Yaklaşık on dört milyon kişinin etkilendiği büyük afet, Petersburg sefareti vasıtasıyla Babıali tarafından da yakından takip edilmişti. Devlet, halka tohumluk yardımında bulunmuşsa da ahali diğer eyaletlere göç ettiğinden araziler ekilememişti.[17] İdil-Ural bölgesinde verimli kara toprağına sahip olan Samara eyaleti (gubernası) ve ona bağlı Buzuluk kasabası (üyezdi), bu ve daha sonraki açlıklardan en fazla etkilenen bölgeler arasındaydı. [18]
İşte kıtlık yıllarının hemen ertesinde, Rusya’nın Samara eyaleti, Buzuluk kasabası, Mevlik ve Emirhan köyü ahalisinden 450 hane halkı, Osmanlı ülkesine hicret etmek niyetiyle başvuruda bulunmuşlardır. Babıali’nin bu konudaki kararı o zamana kadar Osmanlı topraklarına toplu halde yerleşen Tatar muhacirleriyle ilgili herhangi bir müşkülata rastlanmadığı ve bu kafilenin Ankara vilayeti dahilindeki boş arazide topluca iskanlarının uygun görüldüğü yönünde olmuştur.[19] Muhacirin Komisyonu defterlerinde Samara ve çevresinden göç edenlere ait kayıtlar 1894 ve 1895 yıllarında da sürmekte ve muhacirlerin hangi bölgelerden geldiklerine dair ayrıntılı bilgiler verilmektedir. 1894 yılının Haziran ayında da Rusya’nın Orenburg eyaleti ve Batı Sibirya’dan da 200’den fazla Tatar ailesinin de Osmanlı ülkesine hicret etmek niyetiyle başvuruda bulunması da bu nedenlerden kaynaklanmış olabilir. [20]
C. Savaş Nedeniyle Göçenler
Çarlık döneminde Rus olmayan unsurlar silah altına alınırken, Osmanlı Devletine yakınlıkları nedeniyle Kırım, Kafkasya ve Orta Asya’da yaşayan Müslüman ve Türkler bu hizmetin dışında tutulmuşlardır. 1916 yılına kadar gönüllü Azeri ve Dağıstanlı süvarilerin dışında Rus ordusunda görev yapanlar sadece Tatar-Başkurtlar olmuşlardır.[21]
Osmanlı-Rus savaşları ise İdil-Ural’da yaşayan Müslümanları her zaman heyecanlandırmıştır. Mesela Kırım Savaşı’nda Rusya’nın yenilgisi İdil-Ural’da yaşayan Müslümanlar için önce bir ümit, ardından da hayal kırıklığı yaratmıştı. Hatta bu olaya tepkiler, daha evvel Hıristiyanlaştırılmış olan Tatarlardan Müslümanlığa geri dönenlerin artışıyla da kendini göstermişti. “93 Harbi” olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı sırasında da Rusya Müslümanları, dindaşları lehine gösteriler yaparak onları desteklemişlerdi. [22]
Özellikle Osmanlı-Rus savaşlarında Müslümanlar, din kardeşlerine karşı savaşmak istemiyorlar, aileler de çocuklarının Rus ordusunda hizmet etmelerine karşı çıkıyorlardı. Osmanlı topraklarına yakın mevkilerde bulunanlardan firar ederek Osmanlı tabiyetini talep edenlere rastlanıyordu. Tatar yazarı Ayaz İshaki (1878-1954), Üyge Taba (Eve Doğru) isimli tarihi romanında, Kazan Tatarları arasında Türk askerine karşı savaşan Müslümanların cemiyette “murdarlaşmış”, imandan uzaklaşmış kişiler olarak görüldüğünü belirtir. [23]
Arşiv kayıtlarında Kırım Savaşında Kafkas cephesindeki Rus ordusundan firar eden Kazan Tatarlarına rastlandığı gibi,[24]1877-78 Osmanlı-Rus Savaşında da Osmanlı kuvvetlerine teslim olanlar vardır. İmam Kurbanali Halidoğlu, yolculuk anılarında bu savaş sırasında firar ederek İstanbul’a yerleşmiş Tatarlardan bahsetmiştir. [25]
Rus ordusundan kaçma nedenleri dini olduğu kadar siyasi ve ekonomik durumdan da kaynaklanmıştı. Bazı firariler, orduda iaşe sıkıntısı çekildiğini ve askere maaş verilmediğini ifade etmişlerdir. Askerleri birliklerinden ayrılmaya cezbeden nedenlerden biri de Türkiye’deki meşrutiyet ve hürriyet ilanıyla gelen serbestlik ortamı olmuştu. İşte bu sebeplerden 22 Nisan 1911-22 Mart 1914 tarihleri arasında 200 civarında asker, Rus ordusundan firar ederek, Türk sınır karakollarına sığınmışlardır. Doğu sınırlarından giriş yapan bu kişilerin çoğunluğu Kazanlı mültecilerdi.[26]
Sözkonusu firari ve mültecilerin dışında, esir sıfatıyla Anadolu’ya gelenler de mevcuttur: Bunlar, Birinci Dünya Savaşında Alman cephesinde savaşırken esir düşen Rus ordusunun, Müslüman askerlerinden oluşan ve “Asya Taburu” olarak adlandırılan askeri kuvvetlerdir. Kadı Abdürreşid İbrahim’in teşvikiyle Türkiye saflarında savaşmaya ikna edilen bin kadar gönüllü, daha sonra Irak cephesinde mücadele vermiştir. Asya Taburu’nun büyük bölümü şehit olmuş, dörtyüz kadarı da esir düşmüştür. Geriye kalan yüzyetmiş kişiden otuzu ise ülkelerine geri dönmek yerine İstanbul’a yerleşmeyi tercih etmiştir.[27] 1922 yılında Rusya’da yaşanan kıtlık yüzünden aç kalan insanlara yardım toplamak amacıyla İstanbul’a gelen Tahir İlyasi,[28]hatıratında bu kişilerden bazılarıyla görüştüğünü belirtir. Bunlardan biri ticaretle uğraşan ve aslen Kazan yakınlarından olan Hidayetulla bin Sıybgatulla, diğeri de polis olarak devlet hizmetinde çalışan Saratov’lu İbrahim Nadi(ev)’dir. [29]
Asya Taburu’nun dışında, gene Birinci Dünya Savaşında esir düşen, Almanya ve Avusturya’daki Müslümanlardan oluşan 221 kişilik bir başka kafilenin, Türkiye’ye geldiğini ve 1917 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla vatandaşlığa kabul edildiğini tespit ediyoruz. Belgelerde kimliklerinin ve geldikleri şehirlerin ayrıntılı olarak yer aldığı bu kişiler, Adapazarı, Bursa, İzmit, Ankara ve Eskişehir’de iskan edilmişlerdir. Sözkonusu askerler, Kazan, Orenburg, Ufa, Saratov, Samara, Simbirsk ve Perm şehirlerinden gelmişlerdir. İçlerinde Batı Sibirya’nın Tomsk şehri sakinlerine rastlandığı gibi Kırım’ın Bahçesaray’ından olanlar da mevcuttu. [30]
SONUÇ
Çarlık döneminde, İdil-Ural bölgesinden Osmanlı topraklarına yönelik toplu göçlere Kırım Savaşı sonrasında rastlanmaktadır.
Osmanlı arşiv belgelerine göre ondokuzuncu ve yirminci yüzyılda İdil-Ural bölgesinden göç eden Tatar ve Başkurtlar, Anadolu’da Hüdavendigar, Ankara, Trabzon, Sıvas ve Aydın vilayetlerinde iskan edilmişlerdir. 1867 yılına kadar eyalet olan Hüdavendigar vilayetine gönderilen Kazan muhacirleri, Bursa Merkez, Karahisar ve Kütahya sancaklarına yerleştirilmişlerdi. Bugün Kazan Tatarlarının yaşadığı Eskişehir ili de ondokuzuncu yüzyılda Eskişehir kazası olarak, Hüdavendigar vilayetinin Kütahya sancağına bağlıydı.
Günümüzde Eskişehir Merkez ve Çifteler İlçesinin Osmaniye (Kuruhöyük) köyünde geçen yüzyılın sonunda gelen göçmenlerin akrabaları yaşamaktadır. [31]
Kitle olarak gelenlerinin dışında Kazan Tatarlarının varlığına Balkanlar’da özellikle Dobruca’nın Köstence şehri civarında, Anadolu’daki çeşitli vilayetlerde, İstanbul, İzmir, Bursa gibi merkezlerde, Arabistan’ın kutsal Mekke ve Medine şehirlerinde, Silistre’de ve bugünkü Suriye’nin Şam şehrinde rastlanmaktadır. Bu kişilerin genellikle molla, hacı, müderris veya medrese talebesi gibi dini kimliğe sahip kişiler olduklarını görüyoruz. Memleketlerinden ayrılma nedenleri dini yaşamlarını sürdürecekleri serbest bir ortama kavuşmak veya arzu ettikleri İslami eğitimi yerinde almak olmalıdır.
[1] BOA, A. MKT. NZD., 361/40, 27. Muharrem 1278 / 05. 08. 1861.
[2] Tatar Mägrifätçelek Ädäbiyatı (1860-1905), Tatarstan Kitap Näşriyatı, Kazan, 1979, s. 382-385.
[3] Recai Sınay, Kızıl Rusya’da Bir Türk Kadını, Nebioğlu yay., İstanbul,( t. y.), s. 11.
[4] Selim Deringil, “Osmanlı İmparatorluğu ve Türkdilli Rusya’da Panislamizm”, Unutkan Tarih, (haz.Semih Vaner), Metis yay., İstanbul, 1997, s. 207.
[5] Marsel Ähmätcanov, “Yefimiy Malov, Bezdän İmana, Sezdän İman”, İdil, 1993, 8, s. 60.
[6] Mercani, ( yay: Salih bin Sabit Gabidullin), Maarif Neşriyatı, Kazan, 1915,s. 534.
[7] Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), İrade Meclis-i Vala, 22341, 24 Rebiülahir 1280/ 10 Ekim 1863.
[8] BOA, A. MKT. MHM., (Mektubi Mühimme Kalemi) 230/87, 5 Safer 1278/ 12. 08. 1861.
[9] (G)aysa Enikeev ( 1864-1931) Ufa’da doğmuş pedagog ve müzisyen. III. ve IV. Devlet Dumasına Kazan’dan vekil seçilmiştir.
[10] Ravil Ämirhan, “Gali Ruhlı Şähes”, Miras, 8 (9), 1992, s.76.
[11] “Möhacirlär”, Ädäbiyat, (haz. A. G.Yahin ) Kazan, Mägarif yay., 1995, s.204-250.
[12] BOA, Y. MTV, ( Yıldız Tasnifi Mütenevvi Maruzat Evrakı), 151/ 89, 18. Ramazan 1314 / 20. 02. 1897
[13] Gabdulla Tukay, Äsärlär, G. İbrahimov İnstitutı yay., Kazan, 1985, s. 186.
[14] “Möhacirlär”, Ädäbiyat, (haz. A. G.Yahin ) Kazan, Mägarif yay., 1995, s.204-250.
[15] Tatar Mägrifätçelek Ädäbiyatı (1860-1905), Tatarstan Kitap Näşriyatı, Kazan, 1979, s. 382-385.
[16] The Famine in Soviet Russia 1919-1923, The Macmillan Company, New York, 1927, s. 475-476.
[17] BOA,Y. A. Hus., (Yıldız Tasnifi Sadaret Resmi Maruzat Evrakı), 260 / 113, 27. 10. 1309 / 24. 05. 1892.
[18] The Famine ..., s. 471.
[19] BOA, İrade, Dahiliye, 4/30, 28 Ramazan 1311/ 05.04.1894.
[20] BOA, Y. A. Hus., 299/99, 9 Zilhicce 1311/13. 06.1894/ 01. Haziran 1310.
[21] Nedim İpek, “Rus Ordusundaki Türk Askerlerinin Osmanlı Tabiiyetine Geçmesi (1911-1917)”, Tarih ve Toplum, sayı. 145, Ocak 1996, s. 14.
[22] Ajdar Nogmanov, “L’Évolution de la législation sur les Musulmans de le Russie, de la conquête de Qazan àla guerre de Crimée (1552-1853) )”, L’Islam de Russie, s.120.
[23] Ayas İshaki, Üyge Taba, (Eve Doğru), Sertel matb, İstanbul, 1941, s. 94.
[24] BOA, İrade, Dahiliye, 25149, 05. Zilkade 1273 / 27. 06. 1857/15 Haziran 1273.
[25] İmam Kurbanali Halidoğlu, Tevarih-i Hemse-i Şarki, Kazan, Ye. V. Kazakova matb., 1911, s. 574.
[26] Nedim İpek, “Rus Ordusundaki Türk Askerlerinin Osmanlı Tabiiyetine Geçmesi (1911-1917)”, Tarih ve Toplum, 1996, sayı: 145, s. 15.
[27] Nadir Devlet, “ I. Dünya Savaşında Osmanlılar Safında Çarpışan Tatar Taburu”, Osmanlı, C. II, Yeni Türkiye yay., Ankara, 1999, s. 575-577.
[28] Tahir İlyasi (1881-1933)Arabistan ve Mısır’da eğitim görmüş, Rusya’ya döndükten sonra Muhammediye ve Hüseyniye Medreselerinde Arap dili ve edebiyatı, cebir dersleri vermiştir. 1922-1929 yılları arasında Mercani mescidinde imamlık yapmıştır. 1929 yılında Sibirya’ya sürgüne gönderilmiş ve 1933 yılında sürgünden dönüşünde Vologda’da vefat etmiştir.
[29] Tahir İlyasi Seyahatnamesi.
[30] BOA, DH. SN. THR., (Sicill-i Nüfus Tahrirat Kalemi) 73/5, 12 Rebiülahir 1335 / 05. 02. 1917.
[31] Peter A. Andrews, Ethnic Groups in the Republic of Turkey, Wiesbaden 1989, s. 306-307.

TÜRKİYE’YE GÖÇMEN OLARAK GELENLERİN YERLEŞİMİ

6 Haziran, Pazar, 2004
TÜRKİYE’YE GÖÇMEN OLARAK GELENLERİN YERLEŞİMİ

Filiz DOĞANAY - Devlet Planlama Teşkilatı

GİRİŞ

Anadolu insanlık tarihinde, iç ve dış göçler sonucu ortaya çıkan önemli uygarlıkların yaşandığı bir coğrafya olarak kabul edilmektedir. Böylesine bir göçmenler kazanı ve uygarlıklar sentezi üzerinde kurulmuş olan devletlerin göçlerle gelen toplumsal, siyasal ve yönetsel sorunlar için çeşitli önlemler aldığı ve çözümler ürettiği bilinmektedir.

Anadolu, özellikle on sekzinci yüzyılın sonundan itibaren belirli aralıklarla yoğunluk kazanarak süregelen dış göç hareketleri ile karşı karşıya kalmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşu ile başlayan ve devletin genişlemesi ve büyümesine yönelik politika olarak teşvik edilen göçler sonucu Anadolu toprakları dışındaki alanlarda önemli sayıda Türkçe konuşan topluluklar iskan edilmiştir. İmparatorluğun zayıflaması ile birlikte Türk ve Müslüman olan halkların bulundukları yerlerden çıkarılması asırlar önceki göçü tersine çevirmiştir.

1923 yılında modern bir devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti göçmen sorunlarını geçmişinden kalan bir miras olarak devir almış ve yapılan sistematik çalışmalarla sorunun çözümüne yönelik politikalar geliştirilmiş ve uygulamalar yapılmıştır.

Bu bildirde, kapsamı çok geniş olan bu tarihsel olgunun son iki yüzyıldaki durumu ele alınacak, iç göçler sonucu yaşanan yerleşim sorunlarına ilişkin olarak yapılan uygulamalar incelenmeye çalışılacaktır.

GÖÇLER VE GÖÇENLER

Osmanlı İmparatorluğu Döneminde Dışardan Göç Edenler

18.yy sonu ve 19.yy başından itibaren Anadolu’ya dışardan göçenler, Türkçe konuşulan bölgelerden göç etmek zorunda kalanlar ile Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması sonucu yaşadıkları bölgelerden göç etmek zorunda bırakılanlar olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.

1771 yılında Kırım’da yaşanan nüfusun Osmanlı yanlısı olan kesimi Rusların silahlı saldırısı nedeniyle topraklarını bırakarak Osmanlı yönetimi altındaki bölgelere göç etmek durumunda kalmışlardır. Bu olay Osmanlı İmparatorluğu’nun karşılaştığı ilk dış göç olgusudur. 1788-1792 Osmanlı - Rus - Avusturya Savaşları süresince ve sonrasında da, Osmanlı topraklarına Kırım, Kazan, Kafkasya ve Özi bölgelerinden kitleler halinde göçler başlamış ve göç edenlerin sayısı dörtyüzbin kişiye ulaşmıştır.(Oğuz Arı s.5)

Rusların Azerbaycan’ı da işgali üzerine göçler, İran üzerinden Anadolu’ya yönelmiş, Kuzey İran’ın işgali sonucu Kafkasya limanlarından yüzbinlerce insan Osmanlı Devleti tarafından temin edilen deniz araçları ile Trabzon, Samsun, Sinop ve Varna limanlarına getirilmişlerdir. Kafkasya’dan yapılan göçler yaklaşık yüzelli yıl boyunca sürmüştür. Kafkasya’dan gelenler arasında Türkler, Avarlar, Çeçenler ve Çerkezler vardır. Göçmenler değişik illere iskan edilmişlerdir ve hatta Halep’e, Ürdün’e kadar gönderilen göçmenlerin olduğuda ileri sürülmektedir. (Oğuz Arı s.5).

Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmaya başlaması ve 1806 - 1812 Türk- Rus savaşı sonucu Balkanlarda yaşayan Türklerin çoğu güneye doğru göç etmeye başlamışlardır. Sayılarının iki yüzbini bulduğu tahmin edilen göçmenler, başta İstanbul olmak üzere Rumeli’deki kent, kasaba ve köylere yerleşirken, bir bölümü de İstanbul yolu ile Anadolu’ya göçmüştür. Osmanlı Devleti bu göçmenlere iyi davranılması ve kolaylık gösterilmesi için Rumeli ve Anadolu’daki eyaletlere talimatlar göndermiş ise de göçenlerin düzenli şekilde yerleştirilmeleri sağlanamamıştır. (Özbay - Balpınar).

1820 yılında Mora Yarımadasında bağımsız bir Yunan Devleti’nin kurulması ile Osmanlı İmparatorluğu’na yapılan baskılar sonucu bu bölgede yaşayan Türkler 1830 tarihinden itibaren Anadolu’ya göç etmek durumunda kalmışlardır (Özbay Balpınar).

1854 - 1856 yıları arasında yapılan Kırım Savaşı’ndan sonra samsun Limanı yoluyla yaklaşık altıyüzbin göçmenin Anadolu’ya geldiği bilinmektedir.

1905 - 1908 Rus Devrimi’nden sonra ise Kazan ve Azerbaycan’dan göçler başlamış, gelenler Amasya ve Kars illerinde yerleşmişlerdir. 1920 yılındaki Sosyalist Devriminden sonra ortadan kaldırılan Kafkas Cumhuriyeti’nden, Gürcistan’dan ve Ermenistan’dan çok sayıda aile Anadolu’ya göçederek, Muş ve Kars gibi genelde Doğu Anadolu illeri ile Konya ili civarına yerleşmişlerdir. (Oğuz Arı s.5).

1912 - 1913 Balkan Savaşı sırasında 1173.52, 1914 -1915 Birinci Dünya Savaşı sırasında da yaklaşık 120.556 göçmenin Anadolu’ya geldiği tahmin edilmektedir. Birinci Dünya Savaşına kadar Kafkasya’dan, Balkanlardan ve Ege adalarından Anadolu’ya gelen göçmenlerin sayısı bir milyonun üstündedir (Oğuz Arı s.5).

GÖÇMENLERİN YERLEŞTİRİLMESİ

Göçmenlerin yerleştirilmesi işlemleri Tanzimat Fermanı’nın ilanına kadar Bab-ı Ali’nin eyaletlere göçmenler geldikçe gönderilen fermanları doğrultusunda oluyor veya göçmenlerin başvuruları üzerine kendilerine para ve malzeme yardımı yapılıyordu. 1859 yılına kadar Şehramenetine bırakılan göçmenlerin yerleştirilmesi işleri, Kırım savaşı sonrası hızla artan göçler nedeni ile yoğunluk kazanmış ve şehramenetinin sorunun çözümünde yeterli olamayışı sonucu Devlet, sorun ile uğraşacak bir komisyon kurulmasına ilişkin yasa çıkartmak zorunda kalmıştır (Oğuz Arı s.7).

Yasa ile “İskanı-ı Muhacirin” adı altında kurulan ve göçmenlerin yerleştirilmesine ilişkin tüm işlemleri yürütmekle sorumlu olan komisyonun adı daha sonra “Muhacirin ve Aşair Müdiriyeti Umumiyesi” olarak değiştirilmiş ve bu kurum çalışmalarını Cumhuriyet’e kadar sürdürmüştür (OğuzArı s.7).

Bu komisyon tarafından çok sayıda göçmen Amasya, Tokat, Sivas, Çankırı, Adana, Aydın, İçel, Bursa, Adapazarı ve İzmit çevresine yerleştirilmiştir (Özbay - Balpınar).

Osmanlı Devleti 1877 yılına kadar gelen göçmenlerden yüksek memur, ilmiye sınıfı mensubu veya zanaatleri ancak kentlerde yapılabilenlere kentelrde yerleşme izni vermiş, diğerlerinin kent merkezlerinde yerleşmesini istememiştir. Ancak göçmenlerin sayısının artması sonucu birçok kunduracı, marangoz, berber ve benzeri küçük esnaf ile kent hayatına ve ticarete alışmış olan çok sayıdaki göçmen yerleştirildikleri köy ve kasabalara uyum sağlayamadıkları için kentlere göç etmek zorunda kalmışlardır.Ayrıca özellikle kırsal kesimdeki yerli halkın tepkisinin giderek büyümesi ve rahatsız edici boyutlara ulaşması Devleti 1878 yılında yeni bir karar alma gereği ile karşı karşıya bırakmış ve yayınlanan bir talimatla göçmenlerin kentlerin çevresine yerleşmelerine izin verilmiştir (Özbay - Balpınar).

Bu karardan sonra Anadolu kentlerinde kısa bir süre içinde göçmen mahallesi olgusu ortaya çıkmıştır. Ankara’daki Boşnak, Eskişehir’deki Tatar mahalleleri bu gelişmenin en iyi örnekleridir. Göçmen yerleşmelerinin, kırsal kesimde geleneksel Anadolu köy dokusundan, kentlerde ise mahalle dokusundan kolaylıkla ayırt edilebilmesi, bu yerleşimlerin en belirgin ortak özellikleridir. Anadolu’da 19.yy ikinci yarısına kadar süregelen geleneksel dokunun organik görünüşüne karşın göçmen mahalleleri çok daha düzenli, geometrik bir görünüme sahiptirler. Bu yerleşmeler çıkartılan yönetmelikler doğrultusunda kamu eliyle yapılan bir plan tipine göre tümünün birden yapılması şeklinde gerçekleştirilmiştir (Özbay-Balpınar).

CUMHURİYET DÖNEMİNDE DIŞARDAN GÖÇ EDENLER

YUNANİSTAN’DAN GÖÇLER

Cumhuriyet döneminin en öenmli ve en yoğun göç hareketi 1922 yılında imzalanan Lozan Anlaşması hükümleri uyarınca gerçekleştirilen Türk-Yunan halkları değişimidir. Bu değişim sonucu 100 bin Türkiyeli Rum Yunanistan’a gitmiş, yaklaşık 100 bin aileye mensup 400 bin Türk’te Anadolu’ya göç etmiştir (Oğuz Arı s.4). Yunanistan ve Balkanlardan gelen göçmenlerin malları ve iskanına ilişkin olarak çıkartılmış olan kanunlar doğrultusunda, “Mübadil” olarak tanımlanan göçmenler Anadolu’dan Yunanistan’a gönderilen Rumların bıraktıkları evlere, ticarethanelere ve topraklara mesleklerine göre yerleştirilmişlerdir. Bu göç hareketi 1949 yılına kadar devam etmiştir (OğuzArı s.4).

1952 - 1969 yılları arasında da Yunanistan’dan serbest göçmen olarak 7600 aileye mensup 24.625 kişinin geldiği bilinmektedir. Bu yıllardan sonra Yunanistan’dan aralıklarla 4 aile daha Türkiye’ye göç etmiştir (Köy Hizm.Env.s.139).
1923 - 1995 yılları arasında Türkiye’ye göç eden nüfusun % 25’i olan, 424.645 kişiyi Yunanistan göçmenleri oluşturmakta olup, bunların büyük çoğunluğu ( % 95 ) mübadil olarak gelen göçmenlerdir (Köy Hizm.Env.s.139).

BULGARİSTANDAN GÖÇLER
Cumhuriyetin kurulmasını izleyen yıllarda Anadolu’ya ikinci büyük göç dalgası Bulgarisatn’dan gelmiştir. Bulgaristan’dan göçler aralıklarla 1989 yılına kadar sürmüştür. Cumhuriyet döneminde ülkeye gelen toplam göçmenlerin % 48’ini oluşturan 790.717 Bulgaristan göçmeninin, göç hareketi dört aşamada gerçekleşmiştir (Köy Hizm.Env.s.138).
* 1925 yılındaki Türk - Bulgar ikamet sözleşmesi ile 1949 yılına kadar 19.833 ailede 75.877 kişi iskanlı, 37.073 ailede 143.121 kişi serbest göçmen olmak üzere toplam 56.906 ailede 218.998 kişi Türkiye’ye göç etmiştir (DPT, s.6).
* 1950 - 1952 yılları arasında Bulgaristan’ın tehcir ve göçe zorlaması sonucu 37.851 aileye mensup olmak üzere 154.393 kişi iskanlı göçmen olarak Türkiye’ye gelip yerleşmişlerdir (DPT, s.6).
* 1968 - 1979 yılları arasında da Türkiye-Bulgaristan Yakın Akraba Göçü Anlaşması çerçevesinde 32.356 aileye mensup 116.521 kişi Türkiye’ye göç etmiş ve bu göç ile 1950 -52 yılları arasında gelen göçmen ailelerinden büyük bölümünün Bulgaristan’da kalan yakınlarının Türkiye’ye serbest göçmen olarak gelmeleri sağlanmış ve böylece parçalanmış ailelerin birleşmesi gerçekleştirilmiştir (DPT, s.10).
* Bulgaristan’dan son göç hareketi 1989 yılında Türk kökenli müslüman Bulgar vatandaşlarının, Bulgar hükümeti tarafından Türkiye’ye göçe zorlanmaları ile başlatılmıştır. Göçmenler kitleler halinde trenlerle Türk sınırına bırakılmışlardır. Böylece Türkiye, II nci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da görülen en yoğun ve zorunlu göç akımını yaklaşık üç aylık bir süre içinde kabul etmek durumunda kalmıştır. Bu dönemde 64.295 aileye mensup 226.863 kişi serbest göçmen olarak Türkiye’ye gelmiştir. Bu tarihten itibaren 1995 yılına kadar da aralıklı olarak gelen serbest göçmenlerin sayısı 27.224 ailede 73.957 kişiye ulaşmıştır (Köy Hizm.Env.s.138).
Bulgaristan’dan 1950 - 52 yılları arasında gelen ve devlet tarafından yerleştirildikleri için iskanlı göçmen olarak kabul edilen göçmenler iskan yasasına göre yapılan planlamalar doğrultusunda ülkenin çeşitli il-ilçe ve köylerine dağınık veya mahalleler eklenmek suretiyle yerleştirilmişlerdir.

1950 - 1960 döneminde toplam 35.496 ailenin yerleşiminin sağlandığı görülmektedir. Bunlardan 25.583 çiftçi ailesinin büyük çoğunluğunun Adana (1.442 aile), Ankara (1.136 aile), Balıkesir (1.474 aile), Bursa (2.185 aile), Konya (1.523 aile), Manisa (1.383 aile), Tekirdağ (1.619 aile) illerine, zanaatkar ailelerin çoğu Bursa (1.356 aile), İstanbul (3.100 aile), Eskişehir (1.116 aile), İzmir (1.1160 aile) illerinde yerleşimleri gerçekleştirilmiştir. İskan için yapılan 36.292 evin 22.761’i köy tipi; 12.219’u şehir tipi ve 1.312’isi hazır evdir. Kırsal alanda yerleşmek isteyenler için 13 müstakil köy kurulmuştur. Evlerin %70’i kırsal alana serpiştirilmek suretiyle yapılmıştır. % 25’i kentlere eklenen göçmen mahallelerinde inşa edilmiş olup, % 5’i müstakil köylerde yapılan evleri kapsamaktadır (Geray, s.54-55).
Bulgaristan’dan 1968 - 1979 yılları arasında gelen göçmenler serbest göçmen stasüsünde oldukları ve parçalanmış ailelerin birleştirilmesine yönelik anlaşmalar çerçevesinde Türkiye’ye göç ettikleri için daha önce gelen akrabalarının bulunduğu il, ilçe ve köylerde kendi olanakları ile yerleşmişlerdir (DPT s.7).
1989 yılında Bulgaristan’dan gelen serbest göçmenlerin büyük bir bölümü daha önce Türkiye’ye göç eden akraba veya komşularının yoğun olduğu bölgelere kendi imkanları ile yerleşirken bir bölümü de devlet tarafından 14 il merkezi ile 23 ilçe ve beldede göçmen ailelerin parasal katkısı ve borçlandırılması esasına dayalı bir yöntemle yapılan toplam 21.438 konuta 5 yıllık süreç içinde yerleşmişlerdir. Sözkonusu konutlar kentlerin dışında siteler olarak planlanmıştır (Köy Hizm.).

YUGOSLAVYA’DAN GÖÇLER

Yugoslavya’dan Türkiye’ye Cumhuriyet döneminde toplam77.431 ailye mensup olarak 305.158 kişi göç etmiştir. Bu ailelerden 1950 yılına kadar gelenlerden 14.494 kişi devlet tarafından iskan edilmiştir. Ailelerin diğer bölümü serbest göçmen olarak Türkiye’ye yerleşmişlerdir (Köy Hizm.Env. s.138).

Yugoslavya’dan yapılan göçün Yunanistan ve Bulgaristan’dan olduğu gibi politik zorlamalardan kaynaklanmadığı, göçün sosyo-ekonomik nedenlere dayandığı kabul edilmektedir (Arı, s.6).

ROMANYA’DAN GÖÇLER

Romanya’dan 19.865 aileye mensup 79.287 kişi 1923 - 49 yılları arasında iskanlı göçmen olarak Türkiye’ye gelmiştir. Ayrıca11.280 aileye mensup 43.271 kişide serbest göçmen olarak gelmiş ve daha önce gelen yakınlarının yerleştiği yerlere yerleşmişlerdir.

DİĞER ÜLKELERDEN GÖÇLER

Cumhuriyet döneminde Anadolu’ya Balkan ülkeleri dışında özellikle, müslüman olan veya Türk Dil grubuna bağlı olan ülkelerden iskanlı ve serbset göçmen olarak göç eden ailelerde olmuştur. Örneğin Türkistan’dan toplam 695 ailede 2.194 nüfus iskanlı, 214 ailede 684 nüfus serbest göçmen olarak, Afganistan’dan 1.006 ailede 4.163 nüfus iskanlı göçmen olarak gelmişler ve özellikle İç Anadolu, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da kırsal ve kentsel kesimde yerleştirilmişlerdir (Köy Hizm.Env. s. 140).

Türkiye’ye son göç 1993 yılında olmuş ve Rusya’da yaşayan 150 Ahıska Türk ailesi iskanlı göçmen olarak getirilmiştir. Iğdır ilinde yapılmakta olan konutlara yerleştirilmeleri planlanmaktadır.

GÖÇMENLERİN GENEL ÖZELLİKLERİ

Türkiye’ye gelen göçmenlerin en önemli özelliği tümünün müslüman oluşudur. Gelenlerin büyük bölümü şive farklılığına rağmen Türkçe konuşmaktadırlar, diğer bölümü de Türk Dili’nin akrabası olan dilleri konuşan topluluklara mensupturlar.

Türkiye'ye gelen göçmenlerin yaş, cinsiyet,öğrenim, meslek, anadil, medeni durumu vb. niteliklerini gösteren istatistik bilgiler yetersiz olup, belli yıl ve gruplara ait bazı bilgiler toplanabilmektedir.

Örneğin, 1950- 51 yıllarında gelen göçmenlerin büyük çoğunluğunun anadili Türkçe’dir. Göçmenler, o yıllardaki Türkiye nüfusu ortalamasından daha yüksek oranda okur-yazar nüfusa sahiptirler. Özellikle kadınlar arasında oku-yazarlık oranı daha yaygındır. Göçmen nüfusun % 70’i 45 yaşın altındaki genç nüfustur. Bu nüfusta, yüksek öğrenim ve mesleki teknik öğrenim gören nüfusun oranı çok düşüktür, gelenlerin % 85’inin mesleği çiftçiliktir (Geray, s.24).

1989 yılında Bulgaristan’dan gelen göçmenlerin % 29’unun ilkokul, %34’ünün ortaokul, % 18’inin Lise, % 2’sinin meslek okulu, % 2’sinin ise yüksek okul mezunu oldukları ve % 14’ünün eğitimsiz olduğu saptanmıştır (DPT, s.28).

Bu dönemde gelen Bulgaristan göçmenlerinin mesleklerine bakıldığında gelenlerin %23’ünün işçi olduğu, bunların % 9’unun tarım, % 5’inin sanayi ve % 8’inin hizmetler sektöründe çalıştığı belirlenmiştir. Ayrıca gelenlerin % 18’ini öğrenci, % 13’ünü de emekliler oluşturmaktadır (DPT, s.30).

1950 yılında Bulgaristan’dan gelen göçmenlerle, 1989’ da gelenlerin meslekler itibariyle karşılaştırılmasında, çiftçiliğin % 85 oranında olduğu, 1950 yılı göçmenlerinin tarım sektöründen gelmelerine karşın, son gelen grubun daha farklı özellikler taşıdığı görülmektedir.



GÖÇMENLERİN TÜRKİYE’DEKİ YAŞAMA UYUMLARI

1923 - 1960’lı yıllara kadar Türkiye’ye gelen göçmenlere, devlet tarafından uygulanan politikalar doğrultusunda barınma ve iş olanakları sağlanmıştır. Gelenlerin büyük çoğunluğunun çiftçi olması, kırsal alana yapılacak yerleşime uyum sağlamaları açısından, iklimin ve geldikleri yerlerdeki üretim tarzlarının önemini artırmıştır. Ayrıca göçmenlerin büyük çoğunluğunun il, ilçe ve köylere serpiştirilmek suretiyle yerleştirilmelerinin, onların sosyal bakımdan çevreye ve topluma uyması, kaynaşması yönünden daha az sakıncalı olacağı düşünülmüştür (Geray, s.55). Göçmenlere iş imkanlarının sağlanması ve çalışma şartlarının iyileştirilmesi amacıyla ayni ve nakdi yardım yapılmış, bu çerçevede çiftçi ailelere toprak, tohumluk, çevirme ve donatım kredisi, zanaatkar göçmen ailelerine de konutun yanısıra döner sermaye kredisi verilmiştir (DPT. s.20).

1960 yılından sonra gelen göçmenlerin büyük çoğunluğun kentlere yerleştiği görülmektedir. Bu dönemde ülkeye çok az sayıda iskanlı göçmen kabul edilmiştir. Gelen göçmenlerin serbest göçmen statüsünde oldukları için, daha önce Türkiye’ye göç etmiş yakınlarının bulunduğu yerleşim yerlerini tercih ettikleri gözlenmiştir. Bu tercihte istihdam, iklim ve kültürel yakınlık boyutlarının önem kazandığı bilinmektedir. Göçmenlerin uyum sorunları konusunda bilgilerimiz çok yetersizdir. Mevcut bilgiler, göçmenlerin geldiği yıllarda yapılan sınırlı bazı araştırmaların verilerine dayanmaktadır.

Göçmenlerin yerleşim programları çerçevesinde tip projeler esas alınarak planlanan konutlar, ya bu yerleşim için kurulan köylerde ya kentlere veya yerli köylere eklenen mahallelerde yapılmıştır. Ancak özellikle kırsal kesimlerde yapılan yerleşmelerin başarılı oldukları söylenemez, yerleştirilenlerin büyük bölümü iklimsel koşullara uyamamak ya da yerli halkın gösterdiği tepkiye dayanamayarak büyük kentlere göç etmek zorunda kalmışlar ve kentlerin dış mahallelerinde yoğunlaşmışlardır. İstanbul’un Zeytinburnu, Ümraniye, Ankara’nın Telsizler, Altındağ, Ayaş ve Kayaş ilçeleri ile Bursa, Eskişehir, İzmir illeri bu yoğunlaşmanın tipik merkezleri olmuşlardır (Özbay - Balpınarı).

Kentlerde yerleştirilen göçmenler için yapılan konutlar, genelde kentlerin dış semtlerinde ve 300 - 400 m2’lik parsellerin içinde tek katlı yaklaşık 65-90 m2 ‘lik tip planlara göre yapılmıştır. Günümüzde büyük kentlerin önemli yerleşim merkezleri konumuna gelmiş olan İstanbul’un Taşlı Tarla semti ile Ankara Varlık mahallesi, bu uygulamaların ilginç örnekleridir. Bu mahallelere yerleştirilenlerin çok az sayıdaki bölümü konutlarını terketmiştir.

Kırsal alanlarda kurulan köylerde bir avlu içine konut ve işletme binaları yapılmış ve imar planı doğrultusunda ortak kullanım alanları belirlenmiş okul, cami, köy konağı gibi bazı sosyal tesislerde kurulmuştur. Tüm bu olanaklara rağmen özellikle Güneydoğu, Doğu ve İç Anadolu bölgesindeki kırsal yerleşmelerde göçmenlerin büyük bir bölümü köylerini terk ederek ya da yerli halka satarak, batı bölgelerine yerleşmeyi tercih etmişlerdir. Ege ve Akdeniz bölgesindeki kırsal yerleşmelerden göç çok düşük oranda olmuştur. Yerli halkla olan uyuşmazlık dışında, eğitim ve istihdam sorunlarının çözülemeyişi de göçmenleri ülke içinde yeniden göçe zorlamıştır.

1980 yılından itibaren göçmenlerin yerleşim ve özellikle konut sorunlarına daha farklı yaklaşımların olduğu görülmektedir. Herşeyden önce 2510 sayılı iskan yasasının göçmenlerin ülkede yerleştirilmesinde yeterli olamadığı kabul edilmiş ve toplu olarak gelen Afganlı göçmenler, Bulgaristan’dan göçe zorlanarak gelen göçmenler, Birleşik Devletler Cumhuriyetlerinden getirilen Ahıska Türkleri için ayrı ayrı yasalar çıkarılarak yerleşim uygulamalarının çerçevesi belirlenmiştir.

Bu doğrultuda yapılan çalışmalar içinde Bulgaristandan 1989 yılında gelen göçmenler için yapılan uygulamalar farklılık göstermektedir. Göçmenlerin yerleşim projelerine başlangıçtan itibaren katılımları sağlanmış ve göçmenler istedikleri yerlerde parasal katılımları ölçüsünde konut tiplerine sahip olma hakkını kazanmışlardır.

Bu dönemde göçmenlerin konut sorununu toplu konut yaklaşımı ile çözmeyi amaçlayan projeler üretilmiş ve Anadolu’nun küçük ilçelerinde bile yapılan uygulamalarda yerleşmeler ya toplu konut alanlarında olmuş ya da bu yerleşmeler için belirlenen alanlar daha sonra toplu konut alanlarına dönüştürülmüştür.

GÖÇMENLERİN YERLEŞTİRİLMESİ İLE İLGİLİ KURUMLAR

İskan hizmetlerinin ilk organizasyonu, 1872 yılında “Muhacirin Komisyon Alisi” adıyla kurulan bir kuruluş marifetiyle başlatılmıştır. Zamanla ortaya çıkan ihtiyaç ve talepler doğrultusunda çıkarılan çeşitli kanunlarla bu kuruluş sırasıyla; “Muhacirin ve Aşair Müdüriyeti”, “İskan Umum Müdürlüğü”, “Toprak ve İskan İşleri Genel Müdürlüğü” olarak isim değiştirmiştir. Son olarak 22.05.1985 gün ve 18761 Sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 3202 Sayılı Kanun’la da Toprak İskan İşleri Genel Müdürlüğü kaldırılmış, İskan hizmetlerini yürütme görevi, aynı kanunla kurulan Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’ne verilmiştir.

Cumhuriyet döneminden önce iskan ve göç hareketleriyle ilgili olarak, ortaya çıkan taleplerin karşılanabilmesi bakımından bir çok mevzuat yürürlüğe sokulmuş ise de ihtiyacı karşılamaktan uzak kalmıştır.

Cumhuriyet döneminde iskan hizmetlerinin daha iyi bir şekilde yapılabilmesi bakımından 21.06.1934 tarihinde 2510 Sayılı İskan Kanunu çıkarılmış, dağınık olan iskan mevzuatı o zamanki şartlara göre daha iyi bir hale getirilmiştir. Bu kanunla uzun yıllar değişik ülkelerden yurdumuza göçmen olarak gelen ailelerin iskanı sağlanmıştır.

Ayrıca, iskan edilen insanların istek ve ihtiyaçları zaman içinde sık sık değiştiğinden, değişen bu ihtiyaçların karşılanması için 2510 Sayılı Kanun’a ek olarak bir çok kanun (15 Adet), Nizamname, Bakanlar Kurulu ve Genelgeler çıkarılmıştır.

İSKAN UYGULAMALARI :
İsteğe bağlı olarak yapılmakta olan iskan karşılıksız olmayıp, borçlanmaya tabidir. şehirsel ve tarımsal olmak üzere iki şekilde uygulama yapılmaktadır. Gerek tarımsal ve gerekse şehirsel iskan projeye dayalı olarak toplu halde gerçekleştirilmektedir. Projesiz ve münferit iskan uygulaması, mevcut yasaya göre mümkün görülmemektedir.

TARIMSAL İSKAN :
Çiftçilikle uğraşan ve çiftçilikten anlayan aileler tarımsal iskana tabi tutulmaktadır. Hazırlanmakta olan tarımsal iskan projesine göre, iskanı öngörülen her aileyi geçindirebilecek ve borçlandırmadan dolayı geri ödemelerini yapabilecek kadar gelir sağlamak üzere; konut, işletme binası, tarım arazisi verilerek işletme için ihtiyaç duyulan canlı, cansız donatım ve yıllık işletme kredisi ile desteklenmektedir.
ŞEHİRSEL İSKAN (SANAYİ VEYA SANATKAR İSKANI) :
Şehirsel iskan talep eden ailelere ise planlanan kentte konut verilerek meslek ve sanatlarını icra edebilecekleri donatım ve işletme kredisi açılmaktadır.
İskan edilen aileler, kendilerine verilen taşınmaz mallardan (konut, işletme binası, arsa ve arazi, iş yeri vb.) dolayı, kamulaştırılan veya satın alınan taşınmaz mallar için kamulaştırma veya satın alma bedelleri, yapı ve tesisler için maliyet bedelleri, hazine arazisi için rayiç bedelleri üzerinden borçlandırılırlar.
SONUÇ
Anadolu tarihinin son iki yüz yılında yaklaşık 3.5 milyon civarında göçmen, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırları içine yerleşmiştir. Göçmenlerin yaklaşık yarısı devlet imkanları ile yerleştirilmişler ve istihdam sağlanmıştır. Diğer yarısı genelde daha önce gelen eş-dost ve akrabaların yakınında yerleşmişlerdir. Göçmenler ve yerli halk arasında etkileşim ve göçmenlerin uyumu konularında ve hatta yerleşim yerleri ve şekilleri konularında da sınırlı araştırmalar dışında bilgi olmayışı uluslaşma sürecinin yaşanmakta olduğu toplumda, bu sürece göçmenlerin katkılarına ilişkin yorumları yetersiz bırakmaktadır.
Göçmenlerin yerleşim yerlerine uyum ve uyumsuzlukları yönünde yerli halkla olan etkileşimleri de önemli bir olgu olarak görülmektedir. Bu konuda da yeterli bilgi bulunamamaktadır. Gözlemlere dayanan bazı bilgilere göre yerli halkın üretim biçimi, üretim araçlarının kullanımı, el sanatları, zenaatkarlık,ev döşeme, ev yapım ve ev araçlarının kullanımı gibi konularda göçmenlerin yaşamlarından büyük ölçüde etkilendikleri anlaşılmaktadır.

YARARLANILAN KAYNAKLAR
ARI, O., Bulgaristan’lı Göçmenlerin İntibakı, 1950-51’de Bursa’ya İstanbul’da İskan Edilenlerin İntibakı İle İlgili Sosyolojik Araştırma, Ankara, 1960, Rekor Matbaası.
GERAY, C., Türkiye’den ve Türkiye’ye Göçler (1023-1963), Türkiye iktisadi Gelişmesi Araştırma Projesi, No:4, Ankara, 1962.
ÖZBAY, F., BALPINAR, H., Türkiye’ye Yapılan Göçler ve Göçmen Olayı Üzerine Araştırma, Öğrenci Çalışması, ODTÜ, Mimarlık Fakültesi, Ankara, 1982.
Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü :
Hizmet Uygulamaları Genel Envanteri, Ankara-1996.
Uygulama Raporları ve Notları.
Devlet Planlama Teşkilatı : Sosyal Planlama Başkanlığı
Hizmete Özel : Bulgaristan’dan Türk Göçleri, Ankara, 1990.
AYRINTILI BİLGİ İÇİN KAYNAKÇA
ALTUĞ, Y., “Balkanlardan Anayurda Göçlerin Mahiyeti”, İ.Ü.Hukuk Fakültesi Dergisi, 1-2 (1960), ss.846-857.
Ankara Üniversitesi Rektörlüğü, Ankara Üniversitesi Bulgaristan’da Türkler Semineri (10 Nisan 1985), Ankara, 1985, 35 Sayfa.
ARIMAN, A., 1950’den İtibaren Bulgaristan’dan Türkiye’ye Gelen Göçmenler, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Coğrafya Kütüphanesi, No:885.
BARKAN,Ö.L., “Türkiye’de Muhacir İskanı İşleri ve Bir İç Kolonizasyon Planına Olan İhtiyaç”, İ.Ü. İktisadi Fakültesi Mecmuası, 1951, No:1-4.
BARKAN.Ö.L., DARKOT B., TANOĞLU, A., Bulgaristan’dan Gelen Göçmenlerin Memleket İçinde Nerelere ve Hangi Şartlar Altında Yerleştirilmesi lazım geldiğine Dair Rapor, (Mimeograf), 8 Mart1951.
BaşvekaletToprak ve İskan İşleri Genel Müdürlüğü, Toprak-İskan Çalışmaları, Ankara, 1955, 121 Sayfa.
BİLGE, S., “ Türk-Bulgar Göçmen Anlaşmazlığı”, İnsan Hakları Dergisi, No: 49-50, 1951, s.13.
CEBECİ, A., “Bulgaristan Türkleri”, Türk Kültürü, Sayı: 69, Temmuz 1968, ss.666-668.
CEBECİ, A., “Bulgaristan’da Türkiye Aleyhine Yapılan Propaganda”, Türk Kültürü, Sayı : 60, Ekim 1967, ss. 927-929.CEBECİ, A., “Bulgaristan’da İslam Dinine Yapılan Baskı”, Türk Kültürü, Sayı:87, Ocak 1970, ss. 209-211.
CEBECİ, A., “Bulgaristan’da Son Gelişmeler ve Türklere Karşı Uygulanan Politika”, Türk Kültürü, Sayı: 89, mart 1970, ss.342-345.
CEBECİ, A., “Bulgaristan Türklerinin Göçü Hakkında”, Türk Kültürü, Sayı: 63, Ocak 1968, ss.189-193.
Dışişleri Bakanlığı, Konsolosluk ve Muh.Huk. Dairesi, Göçmen ve Mültecilerle ilgili Mevzuat ve Tatbikat : Kararnameler, Nizamnameler, Talimatnameler ve Tamimler, Ankara, 1960, 151 Sayfa.
EREN, A.C., Türkiye’de Göç ve Göçmen Meseleleri : Tanzimat Devri. İlk Kurulan Göçmen Komisyonu, Çıkarılan Tüzükler, İstanbul, 1966, 119 Sayfa.
Göçmenlere Yardım Derneği, Anayurda Göç, İstanbul, 1967, 42 Sayfa.
Göçmenlere Yardım Derneği, “Bulgaristan Türklerinin Durumu”, Türk Kültürü, Sayı : 39, Ocak 1966, ss.288-89.
İstanbul Göçmenlere Yardım Derneği, Dernek Merkez Yönetim Kurulunun Göçmenlerin Yerleştirilmeleri Hususundaki Düşünce ve Dilekleri, İstanbul, 1951, 86 Sayfa.
İstanbul Üniversitesi, Bulgaristan Türklerinin Son Tehçiri ve Türkiye’de İskanı Hakkında Anket, 1957.
KAFLI, K., Türkiye’ye Göçler, İstanbul, 1966, 47 Sayfa.
KAYA, Ş., “Türkiye’nin İskan Siyasetinin Umumi Hatları Hakkında Kamutaya İzahat”, Ayın Tarihi, Ankara, 1. Kanun 1935, No:24, ss.29-33.
KAYABALI, İ., Bulgar Türkleri, 1985, Azerbaycan Kültür Derneği.
KOCACIK, F., “Balkanlardan Anadolu’ya Yönelik Göçler, (1878-1900), Karşılaştırmalı Yerli ve Göçmen Köyü Monografileri, Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi, Ankara 1978, 266 Sayfa.
MEÇİK, H.A., Bulgaristan Türklerinin Durumu, İzmir, 1984, 47 Sayfa.
ORHONLU, C., “Balkan Türklerinin Durumu”, Türk Kültürü, Sayı :21, Temmuz 1964, ss.49-60.
PİROĞLU, D., “Bulgaristan’da Yaşayan Türk Kardeşlerimiz ve Sınırlı Göç Meselesi, Türk Kültürü, Sayı: 75. Ocak1969, ss.234-243.
Sıhhat ve İçtemai Muavenet Vekaleti, “Romanya ve Bulgaristan’dan Gelen Göçmenlerin Yedi Vilayete Yerleştirildiklerine Dair Tebliği (14 Temmuz 1936)”, Ayın Tarihi, Ağustos 1936, No:32, ss.10-12.
ŞİMŞİR, B., “ Bulgaristan Türkleri”, Türk Dünyası El Kitabı, TKAE, Ankara 1976, ss.1070-1081.
ŞİMŞİR, B., Rumeli’den Türk Göçleri, Cilt I. Doksanüç Muhacereti, 1877-1878, Ankara 1968, 819 Sayfa.
ŞİMŞİR, B., Rumeli’den Türk Göçleri, Cilt II. Bir Geçiş Yılı 1879, Ankara 1970, 832 Sayfa.
ŞİMŞİR, B., Rumeli’den Türk Göçleri, Cilt III. (1880-1885), (Baskıda).
ŞİMŞİR, B., Türk Basınında Bulgaristan Türkleri : Zorla Ad Değiştirme Sorunu, Ocak-Nisan 1985, Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, Ankara, 1985.
TANOĞLU, A., “Bulgaristan Türklerinin Son Göç Hareketi”, İ.Ü.İktisat Fakültesi, Cilt: 14 (1952-1953).
Türk Göçmen ve Mülteciler Dernekleri Federasyonu, Göçmen Konular -I-, İstanbul 1962, 111 Sayfa.
TKAE, Türk Kültürü, Sayı : 263, Yıl: XXIII, Mart 1985, “Bulgaristan Türkleri Sayısı” 111 Sayfa.
TÜRKER, A., “Bulgaristan’dan Türkiye’ye Yakın Akraba Göçü Anlaşması”, Türk Kültürü, Sayı:65, Mart 1965, ss.325-326.

Türkiye-Suudi Arabistan Dostluk ve Kültür Derneği, Bulgaristan’daki Müslüman Türklerin Dramı (The Ragedy of the Muslim Turks in Bulgaria), İstanbul 1985, 80 Sayfa.
UYGUR, S., Tuna Boylarından Anavatana Göç. İstanbul 1969, 113 Sayfa.